23 Mart 2025 Pazar

Özgür Akıl ve Otoritenin Sınırlarını Aşmak: Mu’tezile’yi Yeniden Yorumlamak

Mu’tezile düşüncesi, İslam tarihinde akıl ve özgür iradeyi merkeze alan bir ekol olarak öne çıkar. Bu ekol, insanın fiillerinde özgür olduğunu savunarak kaderciliğe karşı çıkar ve bu yönüyle benim özgürlük anlayışımla örtüşür. Benim için özgürlük, yalnızca dışsal baskılardan kurtulmak değil, aynı zamanda bireyin kendi içsel süreçlerini anlamlandırarak kendi gerçekliğini inşa etmesidir. Mu’tezile’nin aklı vahyin önüne koyması ve insanın hakikate ulaşmak için aklını kullanması gerektiğini savunması, tam da bu noktada benim düşünsel duruşumla kesişir. Ancak bu kesişme, Mu’tezile’nin sınırlarını aşan bir yerde durur.

Mu’tezile, aklı yüceltirken bir yandan da dini dogmalara bağlı kalma çabası içinde olmuştur. Bu, onun en büyük açmazlarından biridir. Akılcılığı bir yöntem olarak benimserken, İslamî sınırları aşmamaya çalışmaları, zaman içinde bu ekolün güç kaybetmesine neden olmuştur. Benim perspektifimden bakıldığında, eğer akıl gerçekten özgür olacaksa, onu hiçbir otoritenin belirlediği sınırlara hapsetmemek gerekir. Akıl, ancak sınırsızca sorguladığında, her türlü dogmayı ve otoriteyi eleştirel bir şekilde incelediğinde gerçekten özgür olabilir. Bu nedenle, Mu’tezile’nin akılcılık anlayışı, benim için bir başlangıç noktası olabilir ancak nihai hedef değildir.

Mu’tezile’nin "büyük günah işleyen kişi ne mümindir ne de kâfir" şeklindeki ara konumu (el-menzile beyne'l-menzileteyn), insanı mutlak kategorilere hapsetmeyen bir yaklaşım sunar. Bu, benim ahlak anlayışımla da uyumludur. İnsan, hataları ve doğrularıyla bir bütündür. Onu yalnızca iyi ya da kötü olarak tanımlamak, insanın karmaşık doğasını göz ardı etmek anlamına gelir. İnsan, sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir; hatalarından öğrenir ve gelişir. Mu’tezile’nin bu gri alanı tanıması, onun insan doğasına dair derin bir kavrayışa sahip olduğunu gösterir. Ancak bu yaklaşım, benim için daha da ileriye taşınmalıdır. İnsan, yalnızca dini bağlamda değil, her türlü sosyal, politik ve ahlaki bağlamda mutlak kategorilerin ötesinde değerlendirilmelidir.

Peki, günümüzde Mu’tezile benzeri bir düşünsel yapı oluşturulabilir mi? Bence bu mümkündür, ancak bu yeni yapı, Mu’tezile’nin sınırlarını aşmak zorundadır. Aklı yalnızca bir yöntem olarak değil, mutlak bir otorite olarak benimsemelidir. Bu, dogmalardan tamamen bağımsız, özgür düşünceye dayalı ve bireyin kendi gerçekliğini inşa ettiği bir yapı anlamına gelir. Bu yeni akılcılık anlayışı, Mu’tezile’nin mirasını günümüzün felsefi akımlarıyla birleştirerek daha evrensel bir perspektif sunabilir. Örneğin, varoluşçuluğun bireysel özgürlük vurgusu, postmodernizmin mutlak doğruları reddedişi ve hümanizmin insan merkezli yaklaşımı, bu yeni modelin temel taşları olabilir.

Sonuç olarak, Mu’tezile düşüncesi, dönemi için cesur ve radikal bir çıkıştı. Ancak cesur olmak, bazen yeterli değildir; düşüncenin sürekliliğini sağlamak için, gelişmeye ve dönüşmeye açık olması gerekir. Mu’tezile’nin hatalarından ders çıkararak, daha özgür, daha derinlikli ve otoriteye boyun eğmeyen bir akılcılık anlayışı savunmak gerekir. Bu, belki de benim kendi Mu’tezile’m olurdu: dogmalardan bağımsız, sınırsızca sorgulayan ve bireyin özgürlüğünü merkeze alan bir akılcılık.

21 Mart 2025 Cuma

Sokağa.

Kim çağırdı? Atatürk.

Ne zaman? 20 Ekim 1927'de.
Nasıl?
"Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır."

Ama o günün şartları...
1927 yılı...
Genç Cumhuriyet, savaş meydanlarının yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Yoksulluk vardı, yorgunluk vardı, ama en önemlisi umut vardı.
Atatürk, Nutuk’u sadece geçmişi anlatmak için değil, geleceği inşa etmek için okudu.
O gün Türk gençliğine hitap ederken, yalnızca kendi dönemine değil, her nesle seslendi.
Bugüne, sana, bize...

Peki ya şimdi?

Yıllar geçti, zaman değişti, ama tehditler değişmedi.
O gün işgal vardı, bugün yozlaşma.
O gün mandacılar vardı, bugün özgürlüğü unutturmaya çalışanlar.
Hukukun terazisi eğiliyor, adalet sorgulanıyor, gerçekler çarpıtılıyor.
Ancak Atatürk'ün sesi hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor:
"Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"

Ama...

Omuzlarında sessizliğin ağırlığı, yüreğinde korkunun gölgesi mi var?
Öyleyse kulak ver, tarihin sesi yükseliyor:
"Bütün ümidim gençliktedir!"
Unutma, sen sustuğunda, sadece hakkını değil, geleceğini de kaybedersin.

Ne yapmalı?

Gözlerini açmalısın.
Gerçekleri görmelisin.
Unutulanları hatırlatmalı, susturulmaya çalışılanları konuşturmalısın.
Çünkü suskunluk, kaybetmenin başlangıcıdır.

Ne zaman?

Şimdi.
Daha fazla bekleyemezsin.
Çünkü tarih beklemez, millet beklemez, özgürlük hiç beklemez!

Peki ya korkarsan?

Korku bir gölgedir, yalnızca ışığa yürüdüğünde kaybolur.
Ve unutma:
Adalet, bu topraklara kök salmış bir çınardı.
Şimdi yaprakları dökülüyor, dalları budanıyor.
Ama sen, o çınarı yeniden yeşertecek olan kişisin!

Öyleyse ne yapmalı?

Hatırla.
İtiraz et.
Mücadele et.
Çünkü Atatürk’ün dediği gibi:
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Ve onu yaşatacak olan sensin!

20 Mart 2025 Perşembe

Unutmanın İcadı: Hafızanın Hapishanesi ve Kaçışın İmkânsızlığı

Anıl Can Oğuz’un Unutmanın İcadı tam anlamıyla bir zihin oyunu. Hafızanın bizi inşa eden bir yapı mı, yoksa içinde kaybolduğumuz bir labirent mi olduğunu sorgulatan bir metin. Hatırlamak bir tür lanet mi, yoksa unutuş gerçekten mümkün mü? Kitabı okurken, kendimi bu soruların ortasında buldum. Unutmanın bir icat olduğu fikri, ilk anda mantıklı görünse de, aslında insanın kendi doğasına karşı geliştirdiği bir savunma mekanizması mı? Eğer gerçekten unutabilseydik, bu kitap bu kadar derin bir etki bırakır mıydı?

Oğuz, hatıraları bir yük olarak ele alıyor ve bu yükün altından kalkmaya çalışan insanları anlatıyor. Ancak bana göre hatırlamak, sadece bir geçmişi taşımak değil, aynı zamanda kim olduğumuzu da belirleyen bir şey. İnsan hatırladıkça var olur, ama bazen hatırlamak bir işkenceye de dönüşebilir. Geçmişiyle barışamamış bir zihin, unutarak mı özgürleşir yoksa unuttuğunu sandığı şeylerin gölgesinde mi yaşar? Kitap tam da bu noktada vurucu bir yere temas ediyor: Unutmak, sandığımız kadar kolay değil. Çünkü unuttuğumuzu düşündüğümüz şeyler, bir gün mutlaka geri dönmenin bir yolunu buluyor.

Okurken, kendi hayatımdan kaç kez unutmaya çalıştığım anları düşündüm. Unutmak bir çözüm mü, yoksa kendimize yalan söylemek mi? Bir anıyı bastırmak, onun var olmadığını göstermez, aksine onun zihnimizde daha da köklenmesine neden olabilir. İşte Unutmanın İcadı tam olarak bunu anlatıyor: Unutmak, hatırlamaktan daha büyük bir çaba gerektirir.

Toplumsal hafıza ve bireysel hafıza arasındaki ince çizgiye de değiniyor kitap. Unutmanın bize öğretilen bir şey olduğunu düşündürdü bana. Bazı olayları hatırlamamamız için birileri unutmamızı ister. Bazen sistem, bazen toplum, bazen de biz kendimiz... Ama hatırlamak bir dirençtir. Unutmanın kolayca elde edilebilecek bir icat olmadığını görmek, kitabın en güçlü taraflarından biri.

Belki de mesele hatırlamak ya da unutmak değil, bu ikisinin dengesini bulabilmek. İnsan ne kadar hatırlarsa o kadar mahkûm, ne kadar unutursa o kadar özgürdür. Ama tam anlamıyla unutabilir mi? İşte asıl soru bu. Oğuz’un satırları arasında dolaşırken, geçmişiyle hesaplaşamayan her insanın bir gün en beklemediği anda hafızasının ona ihanet edeceğini düşündüm. Çünkü hafıza, sadece hatırladıklarımızdan ibaret değil. Aynı zamanda bilinçaltımızın bir köşesinde saklanan, unuttuğumuzu sandığımız ama bizi şekillendiren şeylerden oluşuyor.

Ve belki de gerçek özgürlük, unutmaya çalışmadan hatırlamanın yükünü taşımayı öğrenmekte saklıdır. Unutmanın İcadı bana bunu düşündürdü. Ve bence en etkileyici tarafı da buydu.


Dipnot: Metinlerarası Yayınları, okuru yüzeysel anlatıların ötesine taşıyan, derinlikli metinlerle buluşturan bir yayınevi olarak, edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmiş durumda. Unutmanın İcadı gibi sorgulatan, düşündüren ve edebi değer taşıyan eserleri bizlerle buluşturmaları, onların edebiyatı sadece bir tüketim aracı olarak görmediğini, aksine bir düşünce ve keşif alanı olarak sunduğunu gösteriyor. Böylesine özgün eserleri yayımlayan bir yayınevinin varlığı, edebiyat adına umut verici.

 

17 Mart 2025 Pazartesi

Uyku ve Rüya

Uyku ve rüya, insanın varoluşuna dair en esrarengiz fenomenlerden biridir. El-Kindî’nin bu konudaki düşünceleri, sadece bir doğa bilimleri meselesi değil, aynı zamanda nefisle ilgili derin bir mesele olduğunu ortaya koyuyor. Gerçekten de, rüya dediğimiz olgu basit bir beyin aktivitesi olmaktan çok, nefsin kendi iç dünyasında yaptığı bir yolculuktur.

El-Kindî’nin belirttiği gibi, duyu ve akıl arasında bir köprü görevi gören aracı güçler vardır. Bu noktada tasarlama gücü devreye girer. Duyu organlarımız bize maddi dünyanın bir yansımasını sunarken, tasarlama gücü bu bilgileri soyut bir forma dönüştürerek içsel anlamlar kazandırır. Tasarlama gücü, maddeye bağımlı duyuların sunduğundan daha net ve sağlıklı verilere ulaşabilir. Belki de bu yüzden rüyalarımız bazen uyanık haldeyken fark edemediğimiz gerçekleri bize sezgisel olarak sunar.

Rüya, El-Kindî’ye göre nefsin düşünceyi kullanıp duyuyu devre dışı bırakmasıdır. Bunu modern psikoloji ile ilişkilendirirsek, rüya görme sürecinin bilinçaltındaki bilgilerin işlenmesiyle bağlantılı olduğu söylenebilir. Ancak El-Kindî’nin yaklaşımı çok daha metafizik bir zeminde duruyor. Ona göre nefis, canlı, uyanık ve bilgili bir cevherdir. Bu bakış açısı, insanın yalnızca fiziksel bir varlık olmadığı, bilinç düzeyinin ötesinde derin bir öz taşıdığı fikrini destekler.

Rüyanın mahiyeti konusunda en dikkat çekici noktalardan biri de yorum meselesidir. Eğer rüyadaki bir unsur gerçekliğe uygun düşüyorsa, bu bir sembol ve yorumdur. Gerçekle çelişen rüyalar ise çoğu zaman zıddına delalet eder. Günlük hayatta gördüğümüz rüyaların bazen tam tersi anlamlar taşıdığı gerçeği, eski zamanlardan beri insanlığın üzerinde düşündüğü bir konu olmuştur. Belki de rüyalar, nefsimizin bir tür uyarısı, bir metafor aracılığıyla bize seslenme biçimidir.

Burada şu soru akla geliyor: Eğer uyku, duyuları susturup aklı ve tasarlama gücünü devreye sokan bir süreçse, o halde uyanıklık hâlinde gördüğümüz dünya ne kadar gerçektir? Rüyalarımız mı sembollerle dolu, yoksa biz uyanık hâlde bile bir rüyanın içinde miyiz? El-Kindî’nin rüya ve nefis hakkındaki görüşleri, sadece uyku hâlinde değil, uyanıkken de varlığımızın doğasını sorgulamamız gerektiğini gösteriyor. Zira belki de gerçek uyanıklık, duyuların değil, nefsin en berrak hâliyle kendini kavramasıdır.

15 Mart 2025 Cumartesi

Aydınlanmanın Çelişkileri: Özgürlük mü, Zincir mi?

Aydınlanma, insanlık tarihinin en büyük dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Akıl, bilim ve ilerleme vaatleriyle, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarma iddiasındaydı. Peki, gerçekten öyle mi oldu? Yoksa Aydınlanma, bizi yeni bir tür karanlığa mı sürükledi? Bu sorular, uzun zamandır zihnimi meşgul ediyor. Aydınlanma’nın özgürleştirici vaatleri, acaba bizi daha da bağımlı hale mi getirdi?

Özgürlük ve Tahakküm Arasında Sıkışmak

Aydınlanma, insanı mitolojik ve dini bağlardan kurtararak özgürleştirme iddiasındaydı. Ancak bu özgürleşme, bir yandan da doğayı ve insanı kontrol altına alma arzusunu beraberinde getirdi. Bilim ve teknoloji, doğayı anlama ve kontrol etme çabasıyla, aslında insanı doğaya yabancılaştırdı. Bu yabancılaşma, modern insanın kendi özünü kaybetmesine neden oldu. Özgürlük vaatleri, bir yandan bizi bağımlı hale getirirken, diğer yandan da tahakküm mekanizmalarını güçlendirdi. Bu çelişki,  Aydınlanma’nın en büyük paradokslarından biri.

Kültür Endüstrisi: Tüketen mi, Tüketilen mi?

Modern toplumda her şey bir ürün haline geldi. Müzik, film, sanat, hatta düşünceler bile birer tüketim nesnesi. Kültür endüstrisi, bireyleri pasif tüketicilere dönüştürdü. Bizler, bu endüstrinin birer parçası haline geldik. Peki, bu durumda özgür irademiz ne kadar özgür? Kültür endüstrisi, bize sunulan seçeneklerle aslında seçimlerimizi sınırlandırıyor. Bu, benim için oldukça düşündürücü bir mesele. Acaba gerçekten özgür müyüz, yoksa sadece bize sunulanların içinde mi özgürüz?

Akıl ve İrrasyonalite: Kendini Yiyen Bir Canavar

Aydınlanma, aklı yüceltirken, aslında onu bir tahakküm aracına dönüştürdü. Akıl, doğayı ve insanı kontrol etme çabasında kendi kendini yok eden bir sürece girdi. Modern dünyada her şeyi akıl ve bilimle açıklama çabası, aslında bizi daha da körleştiriyor olabilir mi? Akıl, bir yandan bizi özgürleştirirken, diğer yandan da bizi kendi sınırlarına hapsediyor. Bu, Aydınlanma’nın bir diğer büyük çelişkisi.

Doğa ve İnsan: Yabancılaşmanın Kökeni

Aydınlanma, doğayı kontrol etme arzusuyla insanı doğaya yabancılaştırdı. Modern insan, doğayı tahakküm altına alma çabasında kendi özünü kaybetti. Bu yabancılaşma süreci, bizi nereye götürüyor? Doğayla olan ilişkimizi yeniden düşünmek, belki de bu yabancılaşmayı aşmanın ilk adımı olabilir. Doğayı kontrol etme çabası, aslında kendimizi kontrol etme çabasına dönüşmüş olabilir mi?

Sonuç: Bir Uyanış Çağrısı

Aydınlanma’nın çelişkileri,  modern toplumun yapısını anlamak açısından oldukça önemli. Özgürlük vaatleri, aslında bizi daha da bağımlı hale getiriyor olabilir mi? Kültür endüstrisi, bizi pasif tüketicilere dönüştürürken, özgür irademizi ne kadar koruyabiliyoruz? Akıl ve bilim, bir yandan bizi özgürleştirirken, diğer yandan da bizi kendi sınırlarına hapsediyor olabilir mi? Bu sorular, modern dünyayı anlamak açısından oldukça önemli. Eğer siz de modern dünyanın çelişkilerini anlamak ve kendi özgürlüğünüzü keşfetmek istiyorsanız, bu tür sorgulamaları yapmak, belki de ilk adım olabilir. Aydınlanma’nın çelişkilerini anlamak, modern dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Bu, bir uyanış çağrısıdır. Uyanın, sorgulayın ve özgürleşin.

Aklî Hazlar ve Cismanî Zevkler Üzerine

İnsan, nefsiyle insandır ve nefis, kendini tatmine yönelir. Fakat tatminin yolları ikiye ayrılır: Akıl yoluyla ulaşılan hazlar ve bedenin arzularını doyuran cismanî zevkler. İslam filozofları, aklî hazların cismanî zevklerden üstün olduğunu savunmuşlardır. Çünkü aklî haz, insanı yücelten, onu hakikate yaklaştıran bir yükseliştir; cismanî zevkler ise gelip geçici, insanı dünyevî arzulara zincirleyen bir esarettir.

Farabi, El-Medinetü'l-Fazıla adlı eserinde aklî hazzın üstünlüğünü şu sözlerle ifade eder: “En yüksek mutluluk, nefsin akılla birleşmesidir. Akıl, insana duyuların ötesindeki hakikati gösterir ve ona en büyük huzuru sunar.” Farabi’nin bu sözü, aklî hazların geçici hislerin ötesinde, insanın varoluşunu anlamlandıran bir boyuta ulaştığını gösterir. Oysa cismanî hazlar, bir gölge gibi gelip geçer; tatmin edildiğinde kaybolur, yerine yenisini aratır.

İbn Sina ise İşarat ve'l-Tenbihat eserinde şöyle der: “Ruh, cismanî hazlara esir düştüğünde alçalır, aklî hazlarla beslendiğinde ise yücelir. Zira insanın en yüksek gayesi, hakikati idrak etmektir.” Gerçekten de, bedenin istekleri doyuruldukça yeni istekler doğurur, insana hiçbir zaman tam anlamıyla doygunluk vermez. Oysa bilmek, anlamak ve kavramak insana doyum sağlar. İnsan bir hakikati keşfettiğinde, o hakikat onda yankılanır, derinleşir ve zamanla zihninin bir parçası hâline gelir.

Gazali ise İhya-u Ulumiddin'de cismanî zevkleri "fani", aklî hazları ise "baki" olarak nitelendirir: “Cismanî hazlar, insanı oyalar, oysa aklî hazlar insanı kemale ulaştırır. Kim aklını kullanmazsa, yeryüzünde otlayan hayvanlardan farkı kalmaz.” Gazali’nin bu sözleri, insanın nefsini hangi yöne çevireceğine dair açık bir uyarıdır. Beden, en fazla birkaç on yıl sürecek bir haz için çırpınırken, akıl sonsuz bir anlam arayışı içindedir.

Benim için mesele yalnızca bu filozofların sözleriyle yetinmek değil, onların gösterdiği yolu bir yaşam düsturu hâline getirmektir. Cismani zevkler, bir anlık mutluluk sağlar; oysa aklî hazlar, insanı gerçek bir tatmine götürür. Bir kitap okuduğumda, yeni bir fikir keşfettiğimde veya bir düşünce üzerinde derinlemesine düşündüğümde, içimde tarif edilemez bir huzur hissederim. O an, cismanî hazların sağlayamayacağı bir doyuma ulaşırım. Çünkü bu doyum, kalıcıdır; bir bilginin insanda yarattığı tatmin, zamanla eskimez, tam tersine, onu daha derin düşüncelere sevk eder.

Cismanî hazlar insanı anlık bir mutluluğa boğarken, aklî hazlar insanın ruhunu yüceltir. İşte bu yüzden, aklî hazları öncelemek insanın kendini bilmesi ve özgürleşmesi için gereklidir. Çünkü gerçek mutluluk, ne bedende ne de geçici arzularda saklıdır; hakiki mutluluk, insanın kendini bilmesinde ve idrak etmesindedir.

İnsan ve Nefs: Bir Varoluşun Serüveni

İnsan, nefsinin peşinde bir yolcudur. Onu tanımadan kendini bilemez, onu kontrol etmeden özgürlüğü tadamaz. O hâlde, insan nefsiyle insandır. Çünkü nefis, varlığımızın hem en büyük düşmanı hem de en büyük müttefikidir. Ona boyun eğenler, onun kölesi olur; ona hâkim olanlar ise kendi hakikatlerine ulaşır.

Her canlı, kendi nefsinin yanında bir nefes gibi var olur. Bir kedinin avına odaklanması, bir ağacın köklerini suya doğru salması, bir suyun yatağını arayıp bulması… Bunların hepsi nefsin doğal hareketidir. Ancak tabiatın nefsi, yalnızca fiilden ibarettir; ne düşünür, ne sorgular, ne de çelişkilere düşer. İnsan nefsi ise bambaşka bir mecrada akar. O, ruhani, rabbani, latif ve mukaddestir.

Ruhani tarafıyla nefis, insanı yüceltebilir. İçimizdeki en yüksek idealleri, sonsuz bir merakla kâinatı anlamaya çalışan bilincimizi, sanat ve felsefeye duyduğumuz tutkuyu işte bu ruhani nefis besler. Ancak bu nefis, aynı zamanda bir gölge taşır: Şayet iradesizce sürüklenirse, kendi yüceliğini unutup dünyevi hırslara boğulabilir.

Rabbani olan nefis, insana doğru ile yanlışı ayırt etme yetisini sunar. Adaleti, merhameti, iyiliği ve hakikati bu nefis sayesinde ararız. Ama insan, bu nefsi bastırırsa, kendini büyük bir boşlukta bulur. Öyle ki, gerçeği ararken bir yalanın içinde kaybolur.

Latif nefis, ince bir sırdır. İnsanlar birbirlerinin ruhunu, kelimelerin ötesinde, belki bir bakışla, belki bir suskunlukla hissedebilirler. Düşüncenin, duygunun ve sezginin latif bir dokunuşla aktarılmasını mümkün kılan bu nefistir.

Ve mukaddes nefis… İşte insanın en büyük imtihanı burada başlar. Mukaddes olanı tanıyabilmek için nefsini terbiye etmek gerekir. Zira insan, kendi içindeki mukaddesi kirletirse, dış dünyada ne ararsa arasın, hiçbir kutsallık bulamaz.

İnsan nefsinin serüveni, ne bir başlangıca ne de bir sona sahiptir. O, kendini keşfetmeye adanmış bir yolculuktur. İnsan, nefsinin hangi yönüne kulak verirse o yöne çekilir. Ona sahip olduğunu sananlar, çoğu zaman onun esiri olur. Oysa nefis, sahibini arayan bir aynadır; kim ona bakmayı başarırsa, kendi hakikatine ulaşır.

11 Mart 2025 Salı

Şeytan: Aynanın Ardındaki Yansıma


Şeytan, İslam düşünce geleneğinde sadece bir "kötülük sembolü" değil, insanın içsel çatışmalarının bir yansımasıdır. İbn-i Sina, onu "nefsin karanlık tarafının temsilcisi" olarak görür. Şeytan, insanın kendi içindeki cehaletle, ihtirasla ve zaafiyetle yüzleşmesini sağlayan bir aynadır. Bu ayna bazen o kadar nettir ki, bakan kişi kendi yüzünden ürker. Ama şeytan, bu ürküntüyü bile bir oyuna dönüştürür. Çünkü onun işi, insanı kendiyle hesaplaşmaya davet etmektir.

Gazali ise şeytanı "insanın kendini aldatma sanatının ustası" olarak tanımlar. Ona göre, şeytanın en büyük silahı, insanın kendini kandırma yeteneğidir. Mesela, bir insan "ben artık değiştim" dediğinde, şeytan o sözün arkasındaki kırılganlığı hemen fark eder. Çünkü insan, değiştiğini söylerken bile aslında eski alışkanlıklarına tutunur. Gazali, bu durumu "nefsin şeytanla dansı" olarak nitelendirir. Bu dans, insanın kendi içindeki çelişkilerle yüzleşmesini engelleyen bir illüzyondur.

İbn Arabi ise şeytanı "ilahi hikmetin bir parçası" olarak görür. Ona göre, şeytanın varlığı, insanın irade ve özgürlük sınavının bir gereğidir. Şeytan, insana kötülüğü fısıldar ama aslında bu, insanın kendi seçimlerini yapması için bir fırsattır. İbn Arabi, şeytanın insanı yoldan çıkarmaya çalışırken aslında onu kendi hakikatiyle yüzleştirdiğini söyler. Yani şeytan, insanın kendi içindeki karanlığı aydınlatan bir meşale gibidir.

Şeytan, insanın en zayıf anlarında ortaya çıkar. Ama onun ortaya çıkışı, her zaman korkutucu değildir. Bazen bir fısıltı, bazen bir gülümseme, bazen de bir tereddüttür. Mesela, bir insan "ben yardımseverim" derken tam önündeki dilenciyi görmezden geliyorsa, şeytan o anda oradadır. Ama bu, şeytanın bir zaferi değil, insanın kendi içindeki çelişkinin bir yansımasıdır. Şeytan, sadece bu çelişkiyi ortaya çıkaran bir aracıdır.

Şeytanın en büyük özelliği, insanın kendi kararlarının sorumluluğunu almasını engellemektir. İnsan, "şeytan beni kandırdı" dediğinde, aslında kendi zayıflığını örtbas etmeye çalışır. Ama şeytan, bu bahaneyi bile bir oyuna dönüştürür. Çünkü o, insanın kendi içindeki şeytanla yüzleşmesini engellemek ister.

Sonuç olarak, şeytan sadece bir yansımadır. İnsanın kendi içindeki karanlığı, zayıflığı ve çelişkileri yansıtan bir ayna. Bu aynaya baktığında gördüğün şey, senin kendi hakikatindir. Şeytan, o hakikati görmeni engellemek için var gibi görünse de, aslında onun varlığı, senin kendi içsel yolculuğunun bir parçasıdır.

İbn-i Sina, Gazali ve İbn Arabi'nin de dediği gibi, şeytanla hesaplaşmak, aslında kendi nefsinle hesaplaşmaktır. Ve bu hesaplaşma, insanın kendi özünü keşfetmesi için bir fırsattır. Şeytan yorulmaz, çünkü onun işi bitmez. Ama sen, onunla yüzleştiğin anda, kendi hakikatine bir adım daha yaklaşırsın.

Şeytan sadece güler, çünkü bilir ki, insanın kendi içindeki şeytanla hesaplaşması hiç bitmeyecek bir yolculuktur. Ve bu yolculuk, insanın kendi özünü keşfetmesi için bir fırsattır.

 

9 Mart 2025 Pazar

DEVLET MALINDAN BİR LOKMA

Devlet malı deniz, yemeyen domuz... Peki ya biz? Yemediğimiz kesin, ama domuz olup olmadığımız ise tartışılır. Belki de biz, açlıktan hınzırlaşmış bir nesiliz. Adaletin terazisi bozuk, bizi hep eksi bakiye gösteriyor. “Yok mu devlet aşından bir lokma bize de?” diye soruyoruz, ama cevap gelmiyor. Meğer devletin aşı, sadece özel davetle dağıtılan bir ziyafet sofrasıymış. O sofrada yer kapabilmek için ya doğuştan torpilli olacaksın ya da ‘görev dolayısıyla’ Londra’da, Paris’te semireceksin. Bizim görevimiz mi? Tabii ki 'çalışmadan zengin olanları alkışlamak'!

Bakınız, bizler varız. Ama bizden bahseden yok. Pasaportlarda adımız geçmez, vizelerde karşılık bulmayız. Çünkü pasaport dediğin, paranın deri ciltlisi. Paran yoksa, kimliğin bile geçersiz sayılır. Zaten pasaporta ne hacet? Sınırları açsalar da biz çıkamayız; çünkü "gidenin yerine koyacak birini bulmak lazım" diyenler var. Onlar için biz istatistikten ibaretiz, bir grafik eğrisinin düşüş kısmında kaybolmuş birkaç rakam. Halbuki biz insanız, yahu! En azından, insan olduğumuzu düşünüyoruz.

Ama tatilimiz kuru bir göl, çorak bir toprak... Güneşin altında, çatlamış asfaltın kenarında gölgelenmeye çalışıyoruz. Üzerimizde güneşin alnında eriyen hayallerimiz, altımızda oturduğumuz taş kadar sert bir kader. Kusura bakmayın, sizinki can da bizimki patlıcan mı? İnanın, patlıcan olsak bile en azından közlenirdik, biraz lezzetimiz olurdu. Ama biz çiğ kalmışız, pişmemişiz, soğuk sofraya bile layık görülmemişiz.

Öyle bir noktaya geldik ki, artık çatal bıçak sesleri arasında sessizliği dinliyoruz. Birilerinin ‘tabakları silip süpürmesini’ izlemek bizim bayramımız oldu. Kendi payımıza düşeni beklerken, masanın altında kırıntılara razı olmuş bir nesle dönüştük. Çünkü hepimiz biliyoruz, pastanın tamamını yiyenler için biz sadece bir fondan ibaretiz.

Ve bu hikâyede en komik olan ne biliyor musunuz? Biz gülüyoruz. Kara mizah çaresizlerin silahıdır. Öyle bir gülüyoruz ki, dişlerimizin arasındaki açlığı bile görmüyorlar. Bizim sessizliğimiz, onların en büyük zaferi. Ama bir gün, o kahkahalarımız öyle bir yükselecek ki, sofradaki bardakları titretecek. O zaman göreceğiz, devlet malı deniz miymiş, yoksa sadece belli başlı yüzücülerin havuzu muymuş?

Bekleyin, bir lokma bile düşmese, bir gün masayı biz kuracağız. Ve o gün, çatal bıçakları sessizce değil, hak ettiğimiz gibi tokuşturacağız.


Meşhur bir laf vardır,
"Devlet malı deniz, yemeyen domuz" diye.
Yok mu devlet aşından bir lokma bize de?
İsimlerimiz geçmez hiç, pasaportlarda vize de.
Sizler tabii, görev dolayısıyla,
Londra’da, Paris’te…
Bizim tatilimizse,
Kurak, çorak bir toprak, kuru bir göl mü?
Kusura bakmayın,
Sizinki can da, bizimki patlıcan mı?

- Nejat Uygur

8 Mart 2025 Cumartesi

Metamodernizm: Anlam Arayışında Kaybolmak

 

Bazen her şeyin bir anlamı var gibi gelir. Bazen de hiçbir şeyin. İşte metamodernizm tam burada devreye girer: Hem inanır hem şüphe eder, hem güler hem ağlar, hem ciddiye alır hem de dalga geçer. Bir nevi hayatın tüm saçmalığını kabul eden ama yine de bir şeyler yapmaya çalışan insanın bilinç hâli.

Düşün mesela, sabah uyanıyorsun. Kahveni yaparken "Hayatın anlamı ne?" diye sorguluyorsun. Sonra aniden aklına faturalar geliyor ve hayatın anlamının doğalgaz faturası kadar net olduğunu fark ediyorsun: Ödenmezse donarsın. Metamodernizm budur işte! Hayatın varoluşsal anlamını tartışırken, aynı anda prizde unutulan şarj cihazının elektrik faturasına etkisini hesaplamak. Ciddiyetle absürdün iç içe geçtiği bir ruh hâli.

Modernizm "İlerle, bilim her şeyi çözer" dedi. Postmodernizm "Her şey bir oyun, hiçbir şey gerçek değil" dedi. Metamodernizm ise kahkahalar eşliğinde "Tamam da, sonra ne olacak?" diye sordu. Çünkü her şeyi reddetmek de bir noktada sıkıcıydı. İnsan yine de bir anlam arıyor, yine de ilerlemek istiyor. Ama bu sefer göz kırparak.

Mesela aşk. Bir yandan ruh eşi kavramına inanmak istiyorsun, bir yandan da bunun kapitalizmin uydurduğu bir satış stratejisi olduğunu düşünüyorsun. Yani hem romantik hem paranoyaksın. İşte metamodern aşk budur: Birlikte battaniyeye sarılıp film izlerken, bir yandan da ilişkinin içindeki yapısal çelişkileri analiz etmek.

Ya sanat? Modernist bir sanatçı, dünyanın geleceği için endişelenip distopik tablolar çizerdi. Postmodernist sanatçı ise bir çöp tenekesini müze duvarına asar ve "Sanat budur" derdi. Metamodern sanatçı ise bir çöp tenekesine dünyanın geleceğiyle ilgili kaygılarını içeren bir mektup bırakır, sonra da bunu neden yaptığını bile sorgular.

Ölüm konusuna gelirsek... Postmodernizm "Zaten her şey anlamsız, ölüm de öyle" dedi. Metamodernizm ise "Tamam ama bu kadar saçmalığın içinde ölmek de çok mantıksız değil mi?" diye sordu. Yani bir yandan ölümden korkuyorsun, bir yandan da mezar taşına yazılacak kara komik bir cümle düşünüyorsun. "Gittim ama dönerim" mesela. Hem trajik hem de komik.

Sonuç olarak, metamodernizm kesin cevaplar vermez. Çünkü biliyoruz ki, kesin bir cevap bulduğumuz an yeni bir soru doğar. Sarkaç sallanmaya devam eder, biz de onun hareketine eşlik ederiz. Hem isteyerek hem de kaçınılmaz olarak.

 

5 Mart 2025 Çarşamba

Bağ Kurmadan Öğüt Vermek veya İnsanlık Tiyatrosunda Bir Figüran Olmak

Hocamla oturmuş, sıcak bir sohbette dilimizi yalama yapıp dertleşiyorduk. Konu neydi? Bilmiyorum. Belki hayat, belki ölüm, belki de marketteki domateslerin fiyatı. Önemli olan, o anki samimiyetin içinde kaybolmuş iki insanın birbirine attığı bakışlardı. Ta ki sahneye bir "hayat koçu" çıkana kadar. Tanımadığım, adını bile duymadığım biri, ansızın sohbetimize bir hançer gibi saplandı. Suratında “Ben bilirim” yazan bir ifade, sesinde ise vaaz veren bir imam edası. İlk anda kendimi bir tiyatro oyununda sanıp, “Acaba hangi perdedeyiz?” diye düşündüm. Meğer oyun, insanın haddini bilmezliği üzerineymiş. 

Adam öyle bir üslup kullanıyordu ki, sanki elinde görünmez bir megafon vardı ve her cümlesiyle beni “ruhsal çölüme” su serpiyordu. İçimde kabaran öfke, kibrimden değil, bu samimiyet taklidinin yarattığı tiksintiden geliyordu. Çünkü nasihat, ancak birbirine değen iki ruhun arasında yankılanırsa anlamlı olur. Yoksa havada sallanan bir yumruk gibi, sadece savurursun. Hocamın sözleri, tencerede yavaş pişen bir yahninin kokusu gibi odada dolanırken; bu zat-ı muhteremin cümleleri, mikrodalgada ısıtılmış dondurma gibiydi: Dışı sıcak, içi buz. 

Belki de en trajikomik an, yüzümde donan ifadeyi hocamın yanlış yorumlamasından korktuğum andı. “Acaba hocam, bu suratı ona mı yapıyorum sanacak?” diye içimden geçirdim. Oysa gerçekten değer verdiğim insanların sözleri, bazen bir bıçak gibi kesse de, yarasına merhem olmayı bilirim. Ama sokaktan geçen biri gelip de “Senin şu yaranı şöyle dikmelisin” derse, insan ister istemez ceketinin yakasını kaldırıp savunmaya geçer. 

Bu olay bana şunu öğretti: İnsanlar, çoğu zaman “doğru”yu söylemekle “iyi”yi yapmayı karıştırıyor. Karşındakine bir şey anlatmak için önce onun soluduğu havayı içine çekmelisin. Yoksa sözlerin, rüzgârda savrulan bir toz bulutu gibi göze batar, göz yaşartır. Neden herkes birbirine çare olma derdinde? Belki de hepimiz, görünmez bir sahnede “bilge” rolünü oynayarak kendi varoluşumuzu kanıtlama telaşındayız. Oysa gerçek diyalog, iki çocuğun kumda oynadığı oyun gibidir: Kuralları yoktur, amacı sadece oyundur. 

Şimdi düşünüyorum da, belki o kişi iyi niyetle gelmişti. Ama iyi niyet, tıpkı parfüm gibidir: Fazlası boğar. İleride biri bana “Hayat dersi” vermeye kalkarsa, belki ona bir kahve ısmarlayıp, “Önce şu kahvenin tadına bakalım, sonra hayatımı düzeltirsin,” derim. Çünkü insan, ancak aynı kırık masada oturduğunda görür karşısındakinin gözlerindeki çatlakları. Yoksa attığın her nasihat, boşluğa atılan bir çığlık gibi kaybolur. 

Son sözüm şu: Hayat, kimsenin öğüt vermeyecek kadar mükemmel olmadığı bir komedi. Belki de hepimiz, birbirimize “poz verirken” aslında kendi eksiklerimizi örtbas etmeye çalışıyoruz. Ama unutmayalım; gerçek iletişim, ancak megafonu yere bırakıp, kulakları açtığında başlar. Gerisi, sadece yankı...


3 Mart 2025 Pazartesi

Mantık ve Duygu: İnsanın İki Zindan Arasındaki Dansı

 

Mantık…  Soğuk ve keskin, bir cerrahın neşteri gibi. Duygu… Belirsiz ve yakıcı, bir volkanın derinlerinde fokurdayan lav misali. İnsan, işte bu iki kuvvetin çatıştığı bir arenada varlığını sürdürür. Bazen aklın taş duvarlarında yankılanan soğuk gerçeklerin içinde sıkışır, bazen kalbin uçsuz bucaksız vadisinde kaybolur. Ama gerçek soru şu: İnsan dediğimiz varlık, bu iki uç arasında sıkışan bir mahkûm mudur, yoksa bu ikiliyi yöneten bir denge ustası mı?

Mantık, Sokrates’in keskin sorularıdır; incelikli, sarsıcı, kaçışı olmayan. Duygu ise Van Gogh’un fırçasıdır; deliliğin sınırlarında, kontrolsüz ama bir o kadar da anlam dolu. Descartes’in "Düşünüyorum, öyleyse varım" sözüyle kurulan akıl tapınağı, Nietzsche’nin "Beni öldürmeyen şey güçlendirir" diye haykırdığı bir duygu fırtınasında yerle bir olur. Heidegger’in ölüm bilinciyle yarattığı varoluşçu sıkıntı, bir annenin çocuğuna sarılırken hissettiği o tarifsiz sevgiyle dengelenir. Yani mantık, "neden?" diye sorarken, duygu "nasıl?" diye haykırır.

Tarih, bu çatışmanın sahnesidir. Newton bir elmanın düşüşünü matematikle açıklarken, Kafka, Gregor Samsa’nın dönüşümünü mantıkla anlatılamayacak bir iç sıkıntısına dönüştürmüştür. Günümüz insanıysa metroda giderken kulaklıklarından taşan müziğin içinde kaybolur; peki neye göre? Melodinin matematiksel düzenine mi yoksa kalbindeki çırpınışa mı?

Modern çağ, bu iki gücü birbirine düşman ilan etti. Bize "mantıklı kararlar almak için 10 adım" listeleri sundular, ama aynı zamanda sosyal medya duygusal çöküşlerin sahnesine dönüştü. Bir yanda yapay zekâ çağında her şeyi optimize etmeye çalışan insan, diğer yanda bir şiirin son dizesinde gözleri dolan bir varlık. Camus’nün dediği gibi: "Düşünmek, insanı durdurmaz; insanı başlatır." Belki de Sisifos’un kayasını mantıkla yukarı iterken, duyguyla yeniden düşmesine izin veriyoruzdur.

Ve aşk… Mantığın "hesap yap" dediği yerde, duygunun "atla!" diye haykırdığı uçurum. Shakespeare’in Romeo’su hesap kitap yapsaydı, Juliet’in balkonuna tırmanmazdı. Ama biz o tırmanışı anmasaydık, trajediye nasıl anlam katardık? Kierkegaard, "Ya/Ya Da" diyordu; seçim yapmak zorunda mıyız, yoksa ikisini de yaşamak zorunda mı?

Sonuç olarak, insanın en büyük çelişkisi belki de budur: Mantık hayatta kalmayı öğretir, duygu yaşamayı. Bir mimarın cetveli ne kadar kusursuz olursa olsun, bir evi "yuva" yapan, duvarlara sinen kahkahalar ve gözyaşlarıdır. Einstein, "Hayal gücü bilgiden daha önemlidir" derken, aslında bilginin sınırlılığını, hayalin ise özgürlüğünü vurguluyordu.

Gerçek denge, mantık ve duygunun birbirini tamamlamasıdır. Rasyonelliğin gri tonlarına, duygunun renklerini serpiştirmek… Bir filozof gibi düşünüp, bir sanatçı gibi hissetmek. Veya belki de Nietzsche’nin üstinsanı gibi: Kendi değerlerini yaratırken hem aklın ışığında hem de yüreğin gölgesinde yürümek. Çünkü insan, ne sadece bir beyin ne de yalnızca bir kalptir. O, ikisinin de dans ettiği bir labirenttir. Ve belki de bu labirentten çıkmak değil, onun içinde kaybolmak gerekir…

Mantık bize yolu gösterir, ama duygu o yolu yürüyebilmemiz için cesaret verir. Biri olmadan diğeri, bir kuşun tek kanatla uçmaya çalışması gibidir.

 

Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...