Mu’tezile düşüncesi, İslam tarihinde akıl ve özgür iradeyi merkeze alan bir ekol olarak öne çıkar. Bu ekol, insanın fiillerinde özgür olduğunu savunarak kaderciliğe karşı çıkar ve bu yönüyle benim özgürlük anlayışımla örtüşür. Benim için özgürlük, yalnızca dışsal baskılardan kurtulmak değil, aynı zamanda bireyin kendi içsel süreçlerini anlamlandırarak kendi gerçekliğini inşa etmesidir. Mu’tezile’nin aklı vahyin önüne koyması ve insanın hakikate ulaşmak için aklını kullanması gerektiğini savunması, tam da bu noktada benim düşünsel duruşumla kesişir. Ancak bu kesişme, Mu’tezile’nin sınırlarını aşan bir yerde durur.
Mu’tezile, aklı yüceltirken bir yandan da dini
dogmalara bağlı kalma çabası içinde olmuştur. Bu, onun en büyük açmazlarından
biridir. Akılcılığı bir yöntem olarak benimserken, İslamî sınırları aşmamaya
çalışmaları, zaman içinde bu ekolün güç kaybetmesine neden olmuştur. Benim
perspektifimden bakıldığında, eğer akıl gerçekten özgür olacaksa, onu hiçbir
otoritenin belirlediği sınırlara hapsetmemek gerekir. Akıl, ancak sınırsızca
sorguladığında, her türlü dogmayı ve otoriteyi eleştirel bir şekilde
incelediğinde gerçekten özgür olabilir. Bu nedenle, Mu’tezile’nin akılcılık
anlayışı, benim için bir başlangıç noktası olabilir ancak nihai hedef değildir.
Mu’tezile’nin "büyük günah işleyen kişi ne
mümindir ne de kâfir" şeklindeki ara konumu (el-menzile
beyne'l-menzileteyn), insanı mutlak kategorilere hapsetmeyen bir yaklaşım
sunar. Bu, benim ahlak anlayışımla da uyumludur. İnsan, hataları ve
doğrularıyla bir bütündür. Onu yalnızca iyi ya da kötü olarak tanımlamak,
insanın karmaşık doğasını göz ardı etmek anlamına gelir. İnsan, sürekli bir
değişim ve dönüşüm içindedir; hatalarından öğrenir ve gelişir. Mu’tezile’nin bu
gri alanı tanıması, onun insan doğasına dair derin bir kavrayışa sahip olduğunu
gösterir. Ancak bu yaklaşım, benim için daha da ileriye taşınmalıdır. İnsan,
yalnızca dini bağlamda değil, her türlü sosyal, politik ve ahlaki bağlamda
mutlak kategorilerin ötesinde değerlendirilmelidir.
Peki, günümüzde Mu’tezile benzeri bir düşünsel yapı
oluşturulabilir mi? Bence bu mümkündür, ancak bu yeni yapı, Mu’tezile’nin
sınırlarını aşmak zorundadır. Aklı yalnızca bir yöntem olarak değil, mutlak bir
otorite olarak benimsemelidir. Bu, dogmalardan tamamen bağımsız, özgür
düşünceye dayalı ve bireyin kendi gerçekliğini inşa ettiği bir yapı anlamına gelir.
Bu yeni akılcılık anlayışı, Mu’tezile’nin mirasını günümüzün felsefi
akımlarıyla birleştirerek daha evrensel bir perspektif sunabilir. Örneğin,
varoluşçuluğun bireysel özgürlük vurgusu, postmodernizmin mutlak doğruları
reddedişi ve hümanizmin insan merkezli yaklaşımı, bu yeni modelin temel taşları
olabilir.
Sonuç olarak, Mu’tezile düşüncesi, dönemi için cesur
ve radikal bir çıkıştı. Ancak cesur olmak, bazen yeterli değildir; düşüncenin
sürekliliğini sağlamak için, gelişmeye ve dönüşmeye açık olması gerekir.
Mu’tezile’nin hatalarından ders çıkararak, daha özgür, daha derinlikli ve
otoriteye boyun eğmeyen bir akılcılık anlayışı savunmak gerekir. Bu, belki de
benim kendi Mu’tezile’m olurdu: dogmalardan bağımsız, sınırsızca sorgulayan ve
bireyin özgürlüğünü merkeze alan bir akılcılık.