“Senden önce biz hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi, sen öleceksin de, senin ölümünü dört gözle bekleyen o inkârcılar dünyada ebedî mi kalacaklar?” Enbiya/34.
Ölüm
ve ölmek sözcüklerine farklı anlamlar yüklenmelidir. Ölüm geride bir şeyler
bırakır. Ama ölmek unutulmaktır. İnsan da aslında en çok bundan korkar.
Unutulmak. Geriye seni hatırlayacak bir varisin bile kalmaması… Ne acı değil
mi? Şu günde dahi insan ölümsüzlük arayışı içinde oradan oraya sürükleniyor. Bu
pek tabii insanın acizliğindendir. İnsanoğlunun sadece belli bir azınlığı
ileriki nesillerin aklında kalmayı başarır. Bu başarı da çoğu zaman ağızda
tanen bir tatla yüz ekşitir. Çoğunluk ise bu tattan mahrum kalır. Bunun sonucun
da kolaya kaçılır ve ölümsüzlük arzulanır. Ebediyete kafayı takan insana ölüm
hediyedir aslında. İnsanın geride bıraktığı bu dünyaya kalıcı eserler verme
azmini tetikler. Ama bu çabalar bile boşadır çünkü zaman her şeyi siler.
Ölümsüzlük arayışı insanlık tarihinde çok eskilere dayanır. Örneğin Sümerlerin
efsanevi kralı Gılgamış'ın hayatını ele alalım: Gılgamış kudretli yarı tanrı
bir kraldır. Halkına karşı da bir o kadar zalimdir. Halkı onu tanrılara şikayet
eder. Tanrılar bunun üzerine Gılgamış’a denge olsun diye vahşi ama güçlü bir
adam olan Enkidu’yu yaratır. Enkidu ve Gılgamış başta düşman gibi görünse de
sonra sıkı dost olurlar ve bu dostluk Gılgamışın davranışlarını törpüler. Zaman
geçer ve bu iki dost tanrıları kızdırır. Bunun küzerine öfkeli tanrılar
Enkidu’yu ölümle cezalandırır. Enkidu’nun ölümü Gılgamış’ı derin bir kedere ve
ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşmesine sebep olur. Gılgamış artık kendi
ölümünden korkar olur ve tanrıların nasıl ölümsüz olduğunu bulmaya çalışır.
Ancak Gılgamış başarılı olamaz ve bir kez daha ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşir.
Destanın ana fikri ölümden korkmak yerine hayatı bize verilen ve her an
alınabilecek bir hediye gibi kabul edip onu değerlendirmek olduğudur. Evet ölüm
de yaşam gibi bir hediyedir bununla ilgili örnekler çoğaltılabilir. Bu
çerçevede Heidegger gibi değerli
filozofların düşüncelerine de yer vermek gerekir. Heidegger der ki: ”Ölüm, insanın kendi varlığını anlaması
için sürekli bir çağrıdır.” İşte zaman bu noktada önemini artırır. Ölümün
varlığı insanı geliştirir. İnsana düşünmesi ve kendini geliştirmesi için bir
sebep sunar. Bu sebep tabii ki ölümdür. Jean-Paul Sartre ne kadar güzel
özetlemiş: "Ölüm, yaşamı
biçimlendiren nihai sınırdır;” İnsanoğlu bu sınırı ne kadar aşmaya
çalışırsa o kadar gelişir. Ve işte olay tam da burada başlar insanlığı kamçılayan
onları düşünmeye, araştırmaya ve de geliştirmeye sevk eden yegane korku “Ölüm”
dür. Antik Mısırdaki ölümsüzlük arayışının tıp bilimine katkıları, simyacıların
felsefe taşı arayışları sonucunda kimyanın ortaya çıkışı, Hinduizm deki temel
ölüm inanışı olan reenkarnasyonun ruh sağlığı ve etik felsefeye katkıları, rönesans
dönemi sanattaki ölümsüzlük ve insan anatomisine katkıları, İslam dünyası ve
ahret inancının felsefeye katkıları, yunan mitlerinin felsefi olayları
desteklemesi, modern bilim, modern psikoloji ve son olarak yapay zeka. İşte
bütün bu başlıkların oluşmasındaki temel neden ‘Ölümsüzlük’ tür. Ölümden bu
kadar söz etmiş olmam canınızı biraz sıkmış olabilir ama temel noktayı
kaçırmamalıyız işin felsefesine inmeli ve ölümün yani sonun bilinciyle hareket
etmeliyiz. Tam da Nietzsche’ nin dediği gibi: "Ölüm, hayatın nihai amacı değildir; hayatın her anı, ölümün
gölgesinde bir diriliş fırsatıdır." Biz insanlar olarak bu fırsatlara
gözlerimizi kapamadık ve yolculuğumuza devam ettik bizi geliştiren ölümün
varlığına minnetle yaklaştık ve onu bir öğretmen olarak algıladık. İşte
gelişimimizi tamamladık. Ölüm duygusunu ölümsüzlükle pekiştirdik ve hayatımızı
her dalda kolaylaştırdık. Bu temel pekiştirme bizi ‘İnsan’ yaptı. Ölüm
psikolojisi bizi diri tuttu. Bu dirilik yaratıcılığımızı etkiledi ve insan bir
birey olarak düşündü, tartıştı. Şu güne kadar insanlar kendi halklarını yaşatma
çabasıyla o kadar çok icat yaptı ki bugün bile bu icatların çoğuna günlük yaşamımızda
rastlamak mümkündür. Hayatta kalma dürtüsü biz insanlara bahşedilen en müthiş
hediyedir. Bu dürtüyle yaşadığımız yeri, dünyayı değiştirdik ve geliştirdik.
Peki insanlık ölüm ve ölüm bilinciyle nasıl başa çıktı? İlk olarak dini ve
spiritüel inançlar bu sistemlerde genellikle ölümün bir son olmadığı aksine bir
başlangıç olduğu betimlenir. Örnek olarak islamda ve birçok dinde de karşımıza
çıkan ahret, cennet/cehennem inancı önümüze çıkar. Şamanizm gibi toplum
dinlerinde ise ölüler anılır ve bu anma ile ölüler dünyası ile temasa geçilmiş
olunur. İkinci olarak da felsefi yaklaşımlardan söz edilebilir. Örneğin ölümün
anlamı üzerine yapılan felsefi tartışmalar aynı zamanda bireysel varoluşun
anlamını sorgulama imkanını da bize sağlamıştır. Metin de de bahsettiğim gibi Heidegger
ve Sartre gibi filozoflar, ölümün insanın varoluşunu anlamlandırmada bir çağrı
olduğunu ve ölüm bilincinin insanı daha derin düşünmeye sevk ettiğini savunur.
Buna Epikür’ ün ölüm hakkındaki görüşlerini de eklemeliyiz. Epikür,
ölümün bize zarar veremeyeceğini çünkü ölümün bizim için var olmadığını ve
sadece bir ‘yokluk’ olduğunu belirtir. Bu düşünce ölüm korkusunun azaltılmasına
yardımcı olabilir. Üçüncü olarak kültürel ve sanatsal bağlantılar ele
alınabilir. Tabii ki “Hamlet” ten bahstmemek olmaz. Shakespeare’in “Hamlet”
gibi eserlerinde ölümün kaçınılmazlığı ve yaşamın anlamı sorgulanır. İnsanları
ölümle yüzleşmeye ve hayatlarını daha anlamlı daha doğru yaşamaya sevk eder.
Keza mimari ve heykelcilikte hemen hemen aynı işlevdedir. Toplum hafızasını
diri tutar. Örnek olarak Çanakkale Şehitleri Anıtı verilebilir. Dördüncü madde
de ise psikoloji ve bilim vardır. Psikolojik teknikler insanın ölümle
yüzleşmesi konusunda etkili bir tutum olabilir. Modern bilim ve teknolojide ise
durum biraz farklı olarak etik ve pratikte sorunlar oluşturur. Örnek olarak
insanların klonlanması veya genetik değişiklikler verilebilir. Son olarak kendi
kültürel ve bireysel deneyimlerimizi ele alabiliriz. Ölümle başa çıkmada
farkındalıklarımızı keşfederek içinde bulunduğumuz topluma ve toplum kültürüne
iyi veya kötü –ki bu önemsizdir- katkı sağlar. Bu katkılarla birey ve sonuç
olarak toplum kendi farkındalık anlayışını geliştirir. Bütün bu anlatımlarım
sonucunda insanın bir birey olarak eskiden beri süregelen ölümsüzlük arayışının
kendi öz bilincini ve yaşamı kendi isteği üzerine yontmasını sağlamış ve yine
bunun sonucun da insan ölüm konusundaki fikri ve vicdani duygularını
sağlamlaştırmak için yeni düşünce sistemleri icat etmiş ve bu sistemleri zaman
içinde geliştirerek ona verilen ölüm hediyesini iyi veya kötü kullanmıştır. Bu
insanlığın manivela etkisidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder