Kim çağırdı? Atatürk.
Ne zaman? 20 Ekim 1927'de.
Nasıl?
"Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi
vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır."
Ama o günün
şartları...
1927 yılı...
Genç Cumhuriyet, savaş meydanlarının yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Yoksulluk vardı, yorgunluk vardı, ama en önemlisi umut vardı.
Atatürk, Nutuk’u sadece geçmişi anlatmak için değil, geleceği inşa etmek
için okudu.
O gün Türk gençliğine hitap ederken, yalnızca kendi dönemine değil, her
nesle seslendi.
Bugüne, sana, bize...
Peki ya şimdi?
Yıllar
geçti, zaman değişti, ama tehditler değişmedi.
O gün işgal vardı, bugün yozlaşma.
O gün mandacılar vardı, bugün özgürlüğü unutturmaya çalışanlar.
Hukukun terazisi eğiliyor, adalet sorgulanıyor, gerçekler çarpıtılıyor.
Ancak Atatürk'ün sesi hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor:
"Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"
Ama...
Omuzlarında sessizliğin
ağırlığı, yüreğinde korkunun gölgesi mi var?
Öyleyse kulak ver, tarihin sesi yükseliyor:
"Bütün ümidim gençliktedir!"
Unutma, sen sustuğunda, sadece hakkını değil, geleceğini de
kaybedersin.
Ne yapmalı?
Gözlerini açmalısın.
Gerçekleri görmelisin.
Unutulanları hatırlatmalı, susturulmaya çalışılanları konuşturmalısın.
Çünkü suskunluk, kaybetmenin başlangıcıdır.
Ne zaman?
Şimdi.
Daha fazla bekleyemezsin.
Çünkü tarih beklemez, millet beklemez, özgürlük hiç beklemez!
Peki ya korkarsan?
Korku bir gölgedir,
yalnızca ışığa yürüdüğünde kaybolur.
Ve unutma:
Adalet, bu topraklara kök salmış bir çınardı.
Şimdi yaprakları dökülüyor, dalları budanıyor.
Ama sen, o çınarı yeniden yeşertecek olan kişisin!
Öyleyse ne yapmalı?
Hatırla.
İtiraz et.
Mücadele et.
Çünkü Atatürk’ün dediği gibi:
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye
Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Ve onu yaşatacak olan sensin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder