Hocamla oturmuş, sıcak bir sohbette dilimizi yalama
yapıp dertleşiyorduk. Konu neydi? Bilmiyorum. Belki hayat, belki ölüm, belki de
marketteki domateslerin fiyatı. Önemli olan, o anki samimiyetin içinde
kaybolmuş iki insanın birbirine attığı bakışlardı. Ta ki sahneye bir
"hayat koçu" çıkana kadar. Tanımadığım, adını bile duymadığım biri,
ansızın sohbetimize bir hançer gibi saplandı. Suratında “Ben bilirim” yazan bir
ifade, sesinde ise vaaz veren bir imam edası. İlk anda kendimi bir tiyatro
oyununda sanıp, “Acaba hangi perdedeyiz?” diye düşündüm. Meğer oyun, insanın
haddini bilmezliği üzerineymiş.
Adam öyle bir üslup kullanıyordu ki, sanki elinde
görünmez bir megafon vardı ve her cümlesiyle beni “ruhsal çölüme” su
serpiyordu. İçimde kabaran öfke, kibrimden değil, bu samimiyet taklidinin
yarattığı tiksintiden geliyordu. Çünkü nasihat, ancak birbirine değen iki ruhun
arasında yankılanırsa anlamlı olur. Yoksa havada sallanan bir yumruk gibi,
sadece savurursun. Hocamın sözleri, tencerede yavaş pişen bir yahninin kokusu
gibi odada dolanırken; bu zat-ı muhteremin cümleleri, mikrodalgada ısıtılmış
dondurma gibiydi: Dışı sıcak, içi buz.
Belki de en trajikomik an, yüzümde donan ifadeyi
hocamın yanlış yorumlamasından korktuğum andı. “Acaba hocam, bu suratı ona mı yapıyorum
sanacak?” diye içimden geçirdim. Oysa gerçekten değer verdiğim insanların
sözleri, bazen bir bıçak gibi kesse de, yarasına merhem olmayı bilirim. Ama
sokaktan geçen biri gelip de “Senin şu yaranı şöyle dikmelisin” derse, insan
ister istemez ceketinin yakasını kaldırıp savunmaya geçer.
Bu olay bana şunu öğretti: İnsanlar, çoğu zaman
“doğru”yu söylemekle “iyi”yi yapmayı karıştırıyor. Karşındakine bir şey
anlatmak için önce onun soluduğu havayı içine çekmelisin. Yoksa sözlerin,
rüzgârda savrulan bir toz bulutu gibi göze batar, göz yaşartır. Neden herkes
birbirine çare olma derdinde? Belki de hepimiz, görünmez bir sahnede “bilge”
rolünü oynayarak kendi varoluşumuzu kanıtlama telaşındayız. Oysa gerçek
diyalog, iki çocuğun kumda oynadığı oyun gibidir: Kuralları yoktur, amacı
sadece oyundur.
Şimdi düşünüyorum da, belki o kişi iyi niyetle
gelmişti. Ama iyi niyet, tıpkı parfüm gibidir: Fazlası boğar. İleride biri bana
“Hayat dersi” vermeye kalkarsa, belki ona bir kahve ısmarlayıp, “Önce şu
kahvenin tadına bakalım, sonra hayatımı düzeltirsin,” derim. Çünkü insan, ancak
aynı kırık masada oturduğunda görür karşısındakinin gözlerindeki çatlakları.
Yoksa attığın her nasihat, boşluğa atılan bir çığlık gibi kaybolur.
Son sözüm şu: Hayat, kimsenin öğüt vermeyecek kadar
mükemmel olmadığı bir komedi. Belki de hepimiz, birbirimize “poz verirken”
aslında kendi eksiklerimizi örtbas etmeye çalışıyoruz. Ama unutmayalım; gerçek
iletişim, ancak megafonu yere bırakıp, kulakları açtığında başlar. Gerisi,
sadece yankı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder