28 Şubat 2025 Cuma

MODERNİZMİN GÖLGESİNDE AİDİYET ARAYIŞI: SPİRİTÜEL BOŞLUK VE DENEYİMLENEMEYEN SORULAR

Aidiyet, modernizmin insanlığa miras bıraktığı en büyük ruhsal bunalımlardan biri. İnsanlar, spiritüel inançlardan uzaklaştıkça kalplerinde derin bir boşluk hissetmeye başladılar. Bunun sebebi ise insanlığın en temel soruya hâlâ bir yanıt bulamaması: Ben neden varım? Bir zamanlar dinler, mitolojiler ve halk hikâyeleri bu soruyu dolduruyordu. Ancak modernizm, inancı değil, deneyi ve gözlemi savunuyordu. Fakat deney ve gözlem, bu varoluşsal soruya bir yanıt getiremiyordu.

I. SPİRİTÜEL BOŞLUK: KALPLERDEKİ YIRTIK

Eskiden insan bir dağın zirvesine çıkıp gökyüzüne baktığında "Tanrı burada!" diyebilirdi. Ama modernizm, "Sadece ölçebildiğin şey gerçektir!" diyerek spiritüel bağları kopardı. Ancak ölçülemeyen şeyler de var: Bir annenin sevgisi, bir sanatçının ilhamı ya da gün batımında hissedilen tarifsiz hüzün... Bilim "nasıl" sorusuna cevap verdi ama "niçin"i hep göz ardı etti. Ve böylece, insan ruhunda derin bir boşluk açıldı.

İnsan, bu boşluğu doldurmak için yeni sığınaklar yarattı: Alışveriş merkezleri, sosyal medya, kariyer hırsı... Ama hiçbiri gerçekte aidiyet hissini veremedi. Çünkü modernizmin sunduğu hiçbir şey, "Ben neden varım?" sorusunun yerini dolduramadı.

II. DENEYSEL FELSEFE: ANLAM ARAYIŞININ YENİ MASKESİ

Son zamanlarda yeni bir felsefi akımdan bahsedilir oldu: Deneysel Felsefe. Bu akım, insanlara "Var olma nedenin budur" demiyor, ancak "Neden bu var olma nedenini arıyorsun?" sorusuna cevap arıyor. Beynimizin nasıl çalıştığını, anlam arayışımızın nörobiyolojik kökenlerini açıklamaya çalışıyor. Ama bu yaklaşımın da sonu diğer akımlar gibi belli: Geçicilik. Çünkü deneysel felsefe, insanı sadece biyolojik ve nörolojik süreçlerle tanımlıyor. Oysa anlam, ölçülebilir verilerin çok ötesinde bir şey.

Nietzsche'nin dediği gibi: "Kimse kendi yarattığı labirentte kaybolmaktan kurtulamaz." Deneysel felsefe de modern insanın içinde kaybolduğu yeni bir labirentten ibaret olabilir.

III. GERÇEK AİDİYETİ BULMAK: BELKİ DE CEVAP DEĞİL, SORU SORMALIYIZ

Aidiyet arayışında belki de cevaplardan çok, sorulara odaklanmalıyız:

  1. Spiritüel bir savaş değil, bir diyalog: İnanç ve bilimi birbirine düşman görmek yerine, birbirini tamamlayan unsurlar olarak değerlendirmek. Einstein'ın dediği gibi: "Din olmadan bilim topal, bilim olmadan din kördür."
  2. Aidiyetin anlamını yeniden tanımlamak: Bir inanca, bir sanata veya bir ideale bağlanmak. Borges'in sözünü hatırlayalım: "Kütüphane sonsuzsa, ben de öyleyim."
  3. Deneysel felsefeye eleştirel yaklaşmak: Anlam arayışımızın nörobiyolojik nedenlerini anlamak önemli ama asıl mesele, bu arayışın yaşamla kurduğumuz ilişkiyi nasıl zenginleştirdiğini fark etmektir.

SONUÇ: SORULARIN PEŞİNDE BİR YOLCULUK

Belki de modernizmin sunduğu "Ya bilim, ya inanç" ikilemini reddetmeliyiz. İnsan, bu iki unsurun toplamından fazlasıdır. Rilke'nin dediği gibi: "Yaşamınızın sorularının ta kendisi olun." Belki de aidiyet, bir yere değil, kendi sorularımıza ait olabilmekte saklıdır.

Gökyüzüne baktığımızda Tanrı'yı görmesek bile orada bir şey var: Yıldızlar ve sorular. Ve belki de bizi insan yapan en değerli şey, o yıldızlara bakıp "Neden?" diyebilmektir.

"Anlam arayışı, insanın ruhunda yanan bir meşaledir. Söndürmek yerine, onunla yürümeyi öğrenmeliyiz."


27 Şubat 2025 Perşembe

Burhan

İnsan, en büyük hapishanesini kafasının içinde inşa eder. Dışarıdan bakıldığında özgür gibi görünür, ama düşünceleri belli duvarlara çarpar, bildikleriyle sınırlıdır. Bir gün o duvarları aşmaya karar verir. İşte o an, ilk kez gerçekten düşünmeye başlar. Ama düşünmek, pek de rahat bir eylem değildir. Farabi, Kitâbu’l-Burhân’da insana en büyük eziyetin düşünceyle geldiğini anlatır gibi. Her şeyin bir kanıtı olmalıdır. Çünkü dünya, üzerine rastgele inşa edilecek bir yapı değil, temelleri sağlam bir bina olmalıdır. Ama sorun şu ki, insanlar her zaman sağlam temellere ihtiyaç duymaz. Çoğu zaman sadece inanmak isterler. Bir sokakta yürüdüğünü düşün. Etrafında tabelalar var. Kimi “şu tarafa git”, kimi “buraya girmek yasak” diyor. Bazen bir tabelaya güvenip o yöne ilerliyorsun, bazen de sorguluyorsun: “Bu tabelayı kim koydu? Neden koydu?” İşte Farabi'nin zihni de böyle çalışıyor. Bir şeyin doğru olup olmadığına karar vermek için önce onun temelini, onun "burhan"ını yani kanıtını bulmalısın. Ama mesele şu ki, herkes kanıtla ilgilenmez. Çoğu insan, zihninde önceden hazırlanmış haritalarla yaşar. Biri onlara bir fikir verir, onlar da onu olduğu gibi kabul eder. Ne sorgularlar ne de düşüncelerinin temelini kazıp bakarlar. Biri çıkıp "Güneş bir gün doğudan doğmayacak" dese, çoğu insan sadece güler geçer. Ama Farabi gibi insanlar önce bir durur, sorgular, araştırır. "Peki, neden olmasın?" O yüzden Farabi, sıradan bir filozof değil. O, zihni bir labirent gibi gören ve bu labirentin duvarlarını teker teker kaldırmaya çalışan biri. Ona göre, her fikir test edilmelidir. Çünkü sağlam bir düşünce, yıkılmaya çalışıldığında bile ayakta kalabilendir. Zayıf olanlar ise ilk darbede çöker. Ama buradaki en büyük ironi şu: İnsanların çoğu, yıkılmaya hazır düşüncelerle yaşıyor. Bir gün biri gelir ve tüm bildiklerini sarsacak bir soru sorar. "Peki ya yanılıyorsan?" İşte o zaman panik başlar. Çünkü o ana kadar inşa ettikleri tüm dünya, bir karton ev gibi sallanmaya başlar. Farabi'nin dediği gibi, bir fikrin gerçek anlamda doğru olup olmadığını anlamanın tek yolu, onu kanıtlarla test etmektir. Ama kim uğraşacak şimdi bununla? Çoğu insan, bir şeyin doğruluğunu hissetmek ister, bilmek değil. Bir teori değil, bir inanç ister. Mantık yorucudur. Zihin, konforu sever. Peki, sen? Konforlu bir düşünce dünyasında mı yaşamayı tercih edersin, yoksa kanıt arayışında zihnini karanlık sokaklara mı bırakırsın? Çünkü gerçek, çoğu zaman aydınlık bir caddede değil, karanlık bir arka sokakta saklıdır. Ve o sokağa girmeye cesaret edemeyenler, hiçbir zaman hakikate ulaşamazlar.

 

24 Şubat 2025 Pazartesi

Bit Pazarında Satılmayan Ruhlar


Bit pazarına düşen yalnızca eski eşyalar mı, yoksa kaybolmuş hikâyeler, eskimiş insanlar da mı burada bir köşeye sıkışıp kalıyor? Kim bilir… Belki de bir zamanlar değerli olan her şey, zamanı geldiğinde buraya sürüklenmeye mahkûmdur. İşte bir gün ben de kendimi bu pazarlardan birinde buldum. Raflara dizilmiş tozlu kitaplar, kapağı çizik kasetler, bir zamanlar birilerinin vazgeçilmezi olan fakat şimdi unutulmuş eşyalar… Hepsi burada, yeni bir sahibini bekliyor. Ama gerçekten bekliyorlar mı, yoksa sadece zamanın akışına teslim mi olmuşlar? Bunu bilmiyorum.
  Bir plak aldım elime. Üzerindeki yazı silinmiş, kapağı sararmış… “Tam Fatihlik,” dedim içimden. Fatih, benim arkadaşım. Eski şeyleri sever. Fakat pazarcı adam, yüzüme bile bakmadan, sanki zihnimin içini okuyormuş gibi “Boş boş muhabbetler,” diye homurdandı. Gerçekten mi söyledi, yoksa ben mi öyle sandım, emin olamadım. Belki de yıllardır burada olmanın, insanı bir iç sese dönüştüren o sessiz çürümüşlükle bir ilgisi vardı. Ne fark eder ki? Sonuçta burada insanlar gelip gidiyor, eşyalar eller değiştiriyor ama bazı şeyler sabit kalıyor: Yorgunluk, belirsizlik, biraz da umut. Sonra ikinci el kıyafet satan bir dükkâna girdim. Duvara kazınmış bir çarpı işareti gördüm. “Bu ne?” diye sordum. Pazarcı adam iç geçirdi. “Dükkân yıkılacak,” dedi. Kiraya 4000 TL veriyormuş. Satılan eşyaların toplam değeri bile bu kadar etmiyordur muhtemelen. “Buraya gelenler zengin olmaz, hayatta kalmaya çalışır,” diye ekledi. Haklıydı. Bit pazarında zenginlik, birikim yapmak değil; günü kurtarmaktı. Pazarcıların yüzlerinde, eski eşyaların üzerindeki toz gibi bir yorgunluk vardı. Bir zamanlar yeni, parlak ve umut dolu olan insanlar, şimdi bu pazarda, eski bir radyo gibi kenara konmuş, belki tekrar keşfedilmeyi bekleyen, belki de unutulmuş şeyler gibi duruyorlardı. Ama burada asıl ilginç olan şu: İnsanlar eski eşyalar alıyordu ama esnafın kendisi de eskimişti. Zaman sadece satılan kitapların sayfalarını değil, onların yüz çizgilerini de sarartmıştı. Bit pazarları, yalnızca eşyaların değil, hayatın da hurdaya çıktığı yerlerdi. Modern dünyanın unuttuğu, gözden çıkardığı ne varsa burada ikinci bir şans arıyordu. Ama bir pazarcının dediği gibi: “Buraya düşen bir daha kolay kolay çıkamaz.” O bunu eşyalar için mi söyledi, yoksa insanlar için mi? İşte onu sormaya cesaret edemedim. Belki de bit pazarına düşmek, sadece bir şeyleri almak ya da satmak değil, o şeylerin bir parçası olmaktı. Kim bilir, bugün burada gezinen bizler de yarın bir köşede satılacak eski bir kitabın, unutulmuş bir mektubun ya da kırık bir çerçevenin hatırasına dönüşebiliriz. Çünkü hayat da bir tür ikinci el pazarı değil midir? Belki de hepimiz, bir gün, bir başkasının anılarında tozlanmış bir kaset, rengi solmuş bir fotoğraf ya da bir duvarın dibine çizilmiş çarpı işareti gibi kalacağız…

23 Şubat 2025 Pazar

İnsanlık Metal Kutuda


İnsan olmanın bir özelliği olan düşünme yetisinin verdiği zararla güne başladım. Ardımda sıralanan ve otobüste yer kapmaya çalışan insanlarında bu yetiye sahip olduğunu kavrayalı pek bir zaman geçti doğrusu. Tabii insan için o andan daha mühim pek bir şey de yoktu. Yani anlıyorum. Otobüsün içi her zamanki gibi sıcaktı hatta ilerleyen duraklarda samimileşmiştik bile. Bir otobüs yolculuğundan bile çıkarılacak o kadar çok ders vardı ki. Mesela bindiğiniz otobüsten o muhitin yaş ortalamasını - ki bu ulusta 65+’dır-
  ve doğal olarakta otobüsün hızını ve duraklarda geçirilen süreyi tahmin edebilirsiniz. Yaşlı insanların biniş ve inişleri genellikle daha yavaş olur, bu da otobüsün genel seyrini etkiler. Ayrıca, otobüsün içindeki samimiyet ve insanların birbirine gösterdiği sabır, toplumun ne kadar iç içe olduğunu da gösterir. Her bir yolcu, kendi hikayesi ve acelesiyle birlikte, o küçük metal kutu içinde bir araya gelir ve bir süreliğine aynı kaderi paylaşır. Düşünme yetisi, bize bu tür gözlemleri yapma ve anlamlandırma imkanı verir. Ancak bazen bu yeti, gereğinden fazla analiz yapmamıza ve basit anları bile karmaşık hale getirmemize neden olabilir. O sabah otobüste yaşadıklarım da tam olarak buydu. İnsanların yer kapma telaşı, bir yandan hayatta kalma içgüdüsünün bir yansıması gibi görünürken, diğer yandan da modern yaşamın getirdiği bireysellik ve rekabet duygusunu ortaya koyuyordu. Ancak, otobüs yolculuğunun ilerleyen dakikalarında, insanların birbirine karşı gösterdiği küçük nezaket hareketleri de dikkat çekiyordu. Yaşlı bir kadına yer vermek, bir annenin çocuğunu korumak için yaptığı hareketler, ya da bir yolcunun diğerine gülümseyerek "Buyurun" demesi... Bu küçük detaylar, aslında insan olmanın bir başka yönünü gösteriyordu: empati ve dayanışma. Otobüs yolculuğu, bir yandan da şehrin ritmini anlamak için iyi bir fırsattı. Duraklarda inip binen insanlar, her birinin farklı bir yere yetişme telaşı, şehrin nabzını tutuyordu. Her bir durak, farklı bir hikayenin başlangıcı ya da bitişi gibiydi. Ve ben, bu hikayelerin küçük bir parçası olarak, o günkü yolculuğumun sonuna geldiğimde, aslında ne kadar çok şey öğrendiğimi fark ettim. Düşünme yetisi, bazen bizi gereğinden fazla yorabilir, ancak aynı zamanda etrafımızda olup bitenleri anlamlandırmamızı ve belki de daha derin bir bakış açısı kazanmamızı sağlar. Otobüs yolculuğu gibi sıradan bir deneyim bile, eğer doğru şekilde gözlemlenirse, hayata dair önemli derslerle doludur. Ve belki de, insan olmanın en güzel yanı, bu tür küçük anlardan büyük anlamlar çıkarabilme yeteneğidir.

Ulus'a selamlar.

Zamanın Gölgesinde: Var Olmak ve Kaybolmak


Saatler sahiplerine benzer; bazıları ileri gider, bazıları geri… Benimkisi tam bir muamma. Sabah erken kalkmam gerektiğinde geri, bir buluşmaya geç kaldığımda ise ışık hızında ileri gidiyor. Demek ki saatler de sahiplerini sevdiği kadar dürüst! İnsan da böyle değil mi? Kendine yalan söylemeyi en büyük gerçeklik zanneden bir varlık…

Beni saatler adam etti… Ama hangisi? Gecenin üçünde uykusuz bırakan mı, yoksa sabah çalmadan önce susturduğum alarm mı? Bir şeyi kabul etmek gerek, zaman dediğimiz şey insana itaat etmez; ama insan, zamanı kandırdığını sanarak yaşar. Saatin kendisi mekândır, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Peki ya insanın ayarı? O biraz karışık. Kimisi kendini fazla kurar, kimisi ise baştan bozuk gelir.

Esrar hakikate ermektir, diyorlar. Ama hangi esrar? Bilinmezliğin esrarı mı, yoksa kahvede uzun uzun düşündüren mi? Gerçi insanın en büyük esrarı kendisidir. Kendi zihninin labirentinde kaybolup, en sonunda bir çıkış kapısı bulduğunu sandığında bile, sadece başka bir kapının önüne geldiğini fark eder. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate erilemezmiş… Güzel. Ama bazen düşünüyorum, hakikate ermek için aklı kaldırmam mı gerek, yoksa aklımı tamamen kaybetmem mi?

Hayatta hepi yaşamak için hiçi seçtim… Ama bazen hiçi yaşamak için hepi seçtiğimi fark ediyorum. Her şey zıttıyla mümkündür sonuçta. Mesela özgürlüğü anlamak için tutsak olmak, huzuru bilmek için kaos yaşamak gerek. Ben var mıyım? Ben dediğim şey bir yığın ihtiyaç mı? Eğer bir insan açken düşünüyor ve tokken unutuyorsa, hangi hâli gerçek? Açken mi filozofuz, yoksa tokken mi sahiden insanız?

Ve evet, ben kendi başlattığım bir yalanın kurbanıyım… Ama ilginçtir, yalanı o kadar iyi oynuyorum ki bazen gerçek olduğuna kendim bile inanıyorum. Sonuçta zaman gibi, saat gibi, insan gibi… Gerçek olduğunu düşündüğümüz her şey, belki de sadece inanmayı seçtiğimiz bir yanılsamadan ibaret.

21 Şubat 2025 Cuma

Cenneti arzulamıyorum, ama cehennemden de korkuyorum


İnsan, varoluşunu sorguladığında cennet ve cehennem kavramlarıyla kaçınılmaz bir yüzleşmeye girer. Doğduğumuz günden beri bize öğretilen bu iki uç nokta, ödül ve ceza mantığının en uç formlarıdır. Ancak bu kavramları mutlak birer son olarak mı algılamalıyız, yoksa insanın kendi iç yolculuğunda anlamlandırdığı metafizik kavramlar olarak mı ele almalıyız? Ben, cenneti arzulamıyorum ama cehennemden de korkuyorum. Bu duygu, bir çelişki mi yoksa hakikatin ortasında durabilmenin bir yolu mu?

Kur’an’da cennet, müminler için bir mükâfat, cehennem ise inkârcılar için bir azap olarak sunulur. Ancak İslam’da ibadetlerin ve yaşamın yalnızca cenneti kazanmak veya cehennemden kaçmak için olması gerektiği söylenmez. Allah şöyle buyurur:

"Onlar, yalnızca Allah’a ibadet etmek, dini yalnız O’na has kılmak, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekle emrolundular." (Beyyine Suresi, 5)

Bu ayet, ibadetin nihai amacının bir ödül ya da cezadan çok, saf bir teslimiyet ve içsel arayış olduğunu gösterir. İnsan, cenneti kazanmak için değil, hakikatin peşinden gitmek için var olmalıdır. Ödül ve ceza, insanı doğruya sevk eden birer araç olabilir, ancak bunlar mutlak amaç haline geldiğinde inanç, bir ticarete dönüşür.

Ben, inancımı bir pazarlık meselesi olarak görmüyorum. Eğer bir şeye inanıyorsam, sırf ödül için değil, onun hakikat olduğuna inandığım için inanmalıyım. Cenneti arzulamamak, bana verilen hayatın zaten yeterli olduğunu ve iyi olmanın, karşılık beklemeden de mümkün olduğunu gösterir. Ancak cehennemden korkmam, kendimi insan olarak sorumlu hissettiğimin bir göstergesidir. Çünkü adaletin olmadığı bir düzen kaostur ve cehennem, bu kaosun kaçınılmaz sonucudur.

Allah, insanın sorumluluk bilinciyle yaşamasını ister:

"Kim zerre miktarı hayır işlerse, onu görür. Kim zerre miktarı şer işlerse, onu da görür." (Zilzal Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanın yaptıklarının sonucunu göreceğini belirtir, ancak bu sonuç cennet ya da cehennemle sınırlı değildir. Asıl mesele, insanın kendisiyle yüzleşmesi ve içsel muhasebesini yapmasıdır. Cehennemden korkmak, kötü bir sonla karşılaşmaktan değil, yanlış bir yaşam sürmenin verdiği içsel huzursuzluktan kaynaklanır.

Tasavvufta, Allah’a olan sevginin cennet ya da cehennem kaygısından üstün olduğu vurgulanır. Rabia el-Adeviyye'nin şu sözleri, bu düşünceyi en güzel şekilde açıklar:

"Ey Allah’ım! Eğer sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam, beni cehennemde yak. Eğer sana cennet umuduyla ibadet ediyorsam, beni cennetten mahrum et. Ama sana sırf senin için ibadet ediyorsam, beni cemalinden uzak etme."

Bu sözler, ibadetin salt çıkar ilişkisine dönüşmesini reddeder. Çünkü hakiki ibadet, sevgiyle, içsel bir bağlılıkla yapılmalıdır.

Ben, cehennemden korkuyorum çünkü bir düzenin bozulması beni rahatsız eder. Ama cenneti arzulamıyorum, çünkü varoluşun anlamı bir ödüle indirgenemez. Hakikat, ulaşılması gereken bir hedeftir, pazarlık konusu değil. Gerçek özgürlük, insanın kendi yolunu ödülsüz ve cezasız çizebilmesidir.

Sonuç olarak, benim için önemli olan, cennete ulaşmak ya da cehennemden kaçmak değil, doğru bir yaşam sürmektir. Hakikat uğruna yaşamak, karşılığında ne verildiğine bakmaksızın, kendi içinde bir anlam taşır. Eğer bir şey için yaşıyorsam, bu benim özgürlüğüm, benim seçimim ve benim sorumluluğum olmalıdır. Cennet de, cehennem de benim seçimlerimin ötesinde birer neticedir. Önemli olan ise, ben kimim ve neden buradayım sorularına, içten ve samimi bir cevap verebilmektir.

Ya kulum bana ne getirdin?

Kendi hakikatimi...

11 Şubat 2025 Salı

Siyaset, İdeolojiler ve Toplum


Siyaset, ideolojiler ve toplum... Üçü de birbirine bağlı, ancak her biri diğerini nasıl yönlendirdiği konusunda sonsuz bir tartışmaya açık. İdeolojiler, çoğu zaman insanlara bir kimlik sunar. İnsanlar da o kimliği giysi gibi üzerlerine geçirip benliklerini o çerçevede tanımlarlar. Ancak asıl soru şu: İdeolojiler insanları mı yaratır, yoksa insanlar mı ideolojileri?

Siyaset, çoğunlukla gücü elde tutma ve yönlendirme sanatıdır. Ancak bu sanat, nadiren bir estetik taşır. Çünkü siyasi yapıların içinde bireysel çıkarlar, kolektif düşüncenin önüne geçer. Bir liderin güçlü olması, onu takip edenlerin zayıflığıyla değil, onların bilinçli tercihleriyle mümkün olmalıdır. Oysa ki modern toplumlarda siyaset, genellikle bir manipülasyon aracı haline gelir. Kitlelerin algıları yönetilir, gerçek yerine sahte anlatılar sunulur ve insanlar kendi seçimlerini yaptıklarını zannederken aslında çoktan çizilmiş bir çerçevenin içinde hareket ederler.

İdeolojiler ise insan zihninin şekillenmesinde devasa bir rol oynar. Ancak ideoloji, bireyin düşünmesini sağlayan bir araç olmalıdır; bireyin özgür düşüncesini hapseden bir kafes değil. Bugünün dünyasında ideolojiler birer fanatizme dönüşmüş durumda. İnsanlar, savundukları görüşleri mutlak doğru kabul ederek karşıt fikirleri anlamaya bile yanaşmıyor. Halbuki gelişim, sorgulamayla mümkün olur. Bir insan kendi ideolojisini, kendi inancını, hatta kendi varlığını bile sorgulayamıyorsa, özgür olduğunu iddia edebilir mi?

Toplum ise hem siyasetin hem de ideolojilerin en büyük sahnesi. Ancak bu sahne, bireyin kendi varlığını ne kadar gerçekleştirebildiğiyle anlam kazanır. Bir toplumun güçlü olması, sadece ekonomik veya askeri yapısıyla değil, düşünce dünyasıyla da ilgilidir. Bugün toplumlar, tüketim ve haz odaklı bir dünyaya hapsolmuş durumda. Düşünmek, üretmek ve sorgulamak yerine, sadece verileni kabul eden bireylerden oluşan topluluklar var. İşte tam da bu yüzden toplumların kaderi, onu oluşturan bireylerin bilinciyle belirlenir.

Özgürlük, aslında bir yanılgıdır. İnsan kendi algılarının, toplumun ve ideolojilerin içinde yoğrulmuş bir varlık olarak mutlak özgürlüğü hiçbir zaman deneyimleyemez. Ancak bu, özgürlüğün peşinden koşmamak anlamına gelmez. Aksine, birey ne kadar farkında olursa, o kadar özgürleşir. Gerçek özgürlük, insanın kendi düşüncelerini bile sorgulayabildiği noktada başlar.

Siyaset, ideolojiler ve toplum... Üçü de insanın kaderini belirleyen kavramlar. Ancak bu kaderi gerçekten kim yazıyor? Gerçek gücü elinde tutan kim? Halk mı, liderler mi, yoksa görünmeyen bir akıl mı? İşte bu sorular, yeni bir çağın kapısını aralamak için sorulmalı. Çünkü bir çağın değişmesi, öncelikle soruların değişmesiyle başlar.

7 Şubat 2025 Cuma

Eğitimde Dönüşüm: Bilgiye Ulaşmak mı, Bilgiyi Kullanmayı Öğrenmek mi?



Geleneksel eğitim sistemleri, bilgi aktarma üzerine kurulmuştur. Tarih boyunca öğretmenler, bilgiyi öğrencilerine doğrudan sunarak eğitimi şekillendirmiştir. Ancak, günümüz dünyasında bilgiye erişim artık anında ve sınırsız hale geldi. Yapay zeka, internet ve dijital kaynaklar sayesinde bireyler, herhangi bir konuda saniyeler içinde derinlemesine bilgi edinebiliyorlar. Bu değişim, eğitimin de temel işlevini sorgulamamıza neden oluyor: Eğitim, bilgi vermek mi yoksa bilgiyi kullanmayı öğretmek mi olmalı?

Eğitimcinin Yeni Rolü

Günümüzde bilgiye ulaşmak başlı başına bir mesele olmaktan çıkmıştır. Artık sorun, bilginin nasıl işleneceği, nasıl değerlendirileceği ve nasıl uygulanacağıdır. Bu bağlamda eğitimcinin rolü de değişmek zorundadır:

  • Eğitimci, bilgi veren değil, bilgiyi nasıl kullanacağını gösteren bir rehber olmalıdır.

  • Öğrencilere ezber yaptırmak yerine, analitik düşünme, problem çözme ve sentezleme becerilerini kazandırmalıdır.

  • Bilgiyi aktarmak yerine, öğrencilere doğru sorular sormayı ve bağımsız düşünmeyi öğretmelidir.

Eğitimde İçerik Yerine Deneyim

Geleneksel eğitim, öğrenciyi bilgiye boğarak onların yalnızca pasif alıcılar olmasını sağladı. Ancak bilgi, deneyimlenmediği sürece kalıcı hale gelmez. Bu yüzden modern eğitim, bilgi yüklemekten ziyade deneyim kazandıran bir süreç haline gelmelidir:

  • Teorik anlatımlar yerine, proje tabanlı öğrenme modeli benimsenmelidir.

  • Öğrenciler, gerçek hayat problemlerini çözebilecek uygulamalı eğitimlerle donatılmalıdır.

  • Kendi araştırmalarını yaparak bilgiyi keşfetmeleri teşvik edilmelidir.

Öğrenmeyi Öğrenmek: Özgürlüğe Giden Yol

Bilgi, tek başına bir amaç değil, bir araçtır. Bilgiyi nasıl arayacağını, nasıl işleyeceğini ve nasıl uygulayacağını bilen bireyler, gerçek anlamda özgürleşir. Özgürlüğü ve öğrenmeyi bir arada değerlendirdiğimizde, eğitim sistemlerinin bireylere öğrenmeyi öğretmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Eğitim, insanlara sadece kapılar açmalı, seçim yapma ve kendi yollarını çizme yetisini kazandırmalıdır.

Yeni Nesil Eğitim Modeli

Mevcut eğitim sistemlerinin değersizleşmesi, onların işlevselliğini kaybetmelerinden kaynaklanmaktadır. Bilginin sadece ezberletildiği, sorgulamanın teşvik edilmediği bir sistem, geleceğin bireylerini yetiştiremez. Eğitimde dönüşüm kaçınılmazdır:

  • Öğretmenler artık bilgi aktaran değil, bilgiyle ne yapılacağını gösteren mentorlar olmalıdır.

  • Öğrenciler ezberci değil, analitik düşünen, sorgulayan bireyler haline gelmelidir.

  • Eğitim artık sadece içerik değil, bireylerin dünyayı nasıl şekillendireceklerini öğreten bir deneyim süreci olmalıdır.

Bilginin özgürleştiği bir çağda, eğitim de özgürleşmelidir. Eğitimi, bireyleri güçlendiren, onları sorgulayan ve üreten bireylere dönüştüren bir sistem haline getirmek zorundayız. Aksi takdirde, mevcut sistem sadece eski bir düzenin kalıntısı olarak işlevsizleşmeye devam edecektir.

Özgürlük Üzerine Düşünceler: Sınırlar, Sorumluluklar ve İllüzyonlar


Özgürlük kavramını, insanın kendi iradesiyle hareket edebilmesi, düşüncelerini ve duygularını dilediği gibi ifade edebilmesi olarak tanımlayabilirim. Ancak bu tanım, her birey için farklı bir anlam taşır. Benim gözümde özgürlük, sınırların farkında olmak ve bu sınırlarla nasıl başa çıkacağını bilmektir. Çünkü tam anlamıyla sınırsız bir özgürlük, kaos yaratır.

Bir bireyin toplum içinde tamamen özgür olması mümkün mü? Bence hayır. Toplum düzeni, bireyin özgürlüğünü doğrudan etkileyen bir unsurdur. Yasalar, normlar, ahlaki kurallar bireyi bir çerçeveye oturtur. Bu çerçeve bireyi kısıtlarken, aynı zamanda toplumun bütün halinde işleyişini sağlar. Ancak sorulması gereken soru şu: Toplum tarafından konulan bu sınırlar, bireyin gerçek özgürlüğünü engelliyor mu, yoksa koruyor mu?

Bir insan mutlak özgür olabilir mi? Birinin özgürlüğü, başkasının alanını ihlal ettiğinde sınırlanıyorsa, burada mutlak özgürlükten söz edebilir miyiz? Bence mutlak özgürlük bir illüzyondur. Kendi kararlarımızı verdiğimizi düşünsek bile, aslında toplumsal normlar, hukuk ve ahlaki kurallar içinde hareket ediyoruz. Gerçek özgürlük, belki de bu sınırların farkında olmak ve onlara bilinçli bir şekilde meydan okumaktan geçiyor.

Düşüncelerimiz gerçekten bize mi ait, yoksa toplum, ideolojiler ve kültür tarafından şekillendiriliyor mu? Kendi fikirlerimizi oluşturduğumuzu sanıyoruz ama bu fikirler, büyüdüğümüz ortam, maruz kaldığımız bilgi ve öğrenilmiş normlar çerçevesinde şekilleniyor. O zaman, içsel özgürlük diye bir şey var mı? Benim görüşüm şu: Gerçek özgür insan, kendisine dışarıdan dayatılan düşünceleri sorgulayan ve onlara bilinçli bir mesafeden bakabilen kişidir.

Özgür olmak her zaman iyi midir? Bence hayır. Özgürlük, beraberinde sorumluluk getirir. Tam anlamıyla özgür bir insan, yaptıklarının sonucuna da katlanmak zorundadır. Bu, bazı insanlar için korkutucu olabilir. Bu yüzden bazı insanlar, kendilerine sunulan sınırlı bir düzende daha rahat hisseder. Sorumluluk almaktan kaçmak, bazen bilinçli bir özgürlükten vazgeçme eylemidir.

Bir toplumda özgürlüğü korumak için hukukun, ahlaki değerlerin ve bireysel iradenin bir dengede olması gerekir. Özgürlük, sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda bir toplumsal sorumluluktur. Bir toplum, bireylerinin fikirlerini açıkça ifade etmesine izin vermezse, orada düşünsel anlamda bir özgürlükten bahsedilemez. Ancak özgürlüğün de bir denge unsuru olmalıdır; çünkü mutlak özgürlük, bağımsızlıktan çok anarşiyi doğurabilir.

Bence en kritik sorulardan biri de bu: Özgürlük bazen bir illüzyon olabilir mi? Bir birey, kendini özgür sanırken aslında belli bir sistem tarafından manipüle ediliyor olabilir mi? Bence bu sıkça yaşanıyor. Medya, propaganda, ideolojiler ve popüler kültür, bireyleri belli bir yöne kanalize ediyor. Bu nedenle gerçek özgür insan, düşüncelerinin kaynağını sorgulayan ve kendine sunulan "seçeneklerin" dışına çıkabilen kişidir. Gerçekten özgür olup olmadığımızı anlamak için, içinde yaşadığımız sistemin bizi nasıl yönlendirdiğini fark etmek gerekir. Özgürlük, bazen bir yanılsama olabilir; çünkü çoğu zaman bize sunulan seçimler, gerçekte bizim irademizle şekillenmemiştir.

3 Şubat 2025 Pazartesi

Toplumsal Gençler


Çoğumuz dışarıda boş boş gezen, şiddete eğilimli, Nike eşofmanlı, tas tıraşlı gençleri görür ve onların bir işe yaramadığını, hatta toplumdan men edilmesi gereken bireyler olduğunu düşünürüz. Ancak bu kanıksama pekte doğru değildir.

Bu gençleri salt bir önyargıyla değerlendirmek, toplumun derinliklerinde yatan sosyal, ekonomik ve kültürel meseleleri göz ardı etmek anlamına gelir. "Boş gezmek" olarak tanımlanan durum, aslında bireyin sosyoekonomik koşullar nedeniyle sistemin dışına itilişinin bir sonucudur. İş olanaklarının yetersizliği, eğitim sisteminin herkese eşit fırsatlar sunmaması, aile içi sorunlar ve toplumsal dışlanma gibi etkenler, bu bireyleri toplumun "marjinal" kesimleri olarak konumlandırmaya sebep olur.

Bu noktada temel soru şu olmalı: Toplum, bu gençleri dışlamak yerine onlara bir yön ve anlam kazandırabilir mi? Aslında "başıboş" olarak görülen bu bireyler, doğru yönlendirildiğinde ve kendilerini ifade edebilecekleri alanlar sunulduğunda yaratlıcılıkları ve enerjileriyle topluma olumlu katkılar sağlayabilirler. Tarihte bunun sayısız örneği vardır. Örneğin, Antik Yunan filozofu Sokrates, zamanını Atina sokaklarında dolaşarak geçiren ve insanlarla tartışmalara giren biri olarak "başıboş" olarak görülmüştü. Ancak onun felsefi sorgulamaya dayalı yaklaşımı, Batı düşünce tarihine yön vermiştir.

Benzer şekilde, Vincent van Gogh yaşamı boyunca toplum tarafından dışlanmış bir sanatçıydı. Kendi döneminde anlaşılmayan ve "başarısız" olarak damgalanan van Gogh, günümüzde sanat tarihinin en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Ayrıca, Jean-Jacques Rousseau da zamanında toplum tarafından "aykırı" olarak görülen bir düşünürdü. Ancak onun eşitlik ve doğal haklarla ilgili düşünceleri, modern demokrasinin temellerini atan fikirler arasında yer almaktadır.

Bu nedenle önemli olan, bu bireyleri salt bir dışlanma refleksiyle değil, onların potansiyellerini fark ederek değerlendirmektir. Belki de bu bireyler için sanat, spor ve eğitim alanlarında daha fazla fırsat yaratmak, topluma kazandırılmalarının ilk adımı olabilir. Unutulmamalı ki toplumun gelişimi, en zayıf halkasının gelişimiyle doğru orantılıdır.

1 Şubat 2025 Cumartesi

Yargı ve Toplum



 Yanındaki kuş da ne? Yeryüzünün en dindar kâhini.


Alciatus, kargayı iyi şeylerin habercisi olarak görürken, eski şairler onu kötü olayların habercisi sayardı. Aslında mesele, karganın neyi temsil ettiği değil, insanın dış görünüş ve sembollerle yargılama eğilimidir. İnsanlar, kendi algılarını evrene yansıtarak her şeyi anlamlandırmak isterler. Kargayı, baykuşu ya da kara kediyi uğursuz saymak gibi, bu yargılar hayvanlara bile sirayet etmiştir. Peki, eğer hayvanların bilinci olsaydı, onlar insanları iyi haberci mi, kötü haberci mi olarak sınıflandırırlardı?


Buradan daha derin bir soruya geçelim: Yargılamak doğru bir eylem midir? Yargılamak, çoğu zaman düşünme zahmetine girmeden olayları etiketleme eğilimidir. Oysa anlamaya çalışmak, empati kurmak ve çözüm üretmek çok daha zor ama değerli bir süreçtir.


Örneğin, bir insan başka bir insanı sebepsiz yere bıçakladı diyelim. Suçlu yakalandı, yargılandı ve hapse atıldı. Ceza sisteminin görevi onu topluma kazandırmak mıydı, yoksa yalnızca izole etmek mi? Hapishanedeki sürecini tamamlayan suçlu, serbest kaldığında birini daha bıçakladı. Yani ceza, topluma karşı işlenen suçu engelleyemedi. Ceza kavramı burada yeterli miydi? Hayır. Çünkü biz suçluyu cezalandırdık ama onu rehabilite etmedik. Bir bireyi suç işlemeye iten nedenleri anlamadan sadece cezalandırmak, sorunun özüne inmemek demektir. Bu yüzden hapishaneler, suçluları sadece dış dünyadan soyutlayan birer kutu olmaktan öteye geçemiyor. Toplum ise bunun üzerine düşünmüyor, sadece en kestirme yolu seçerek "idam getirilsin, hepsini asalım" diyor. Ama idam, suçun nedenlerini ortadan kaldırmıyor. Cezayı ağırlaştırmak, suçu önlemiyor.


Peki, neden sorgulamıyoruz? Neden ceza sisteminin işlevsizliğini tartışmıyoruz? Çünkü düşünmek, analiz etmek ve çözüm üretmek zaman ve çaba gerektiriyor. Oysa yargılamak, en kolay çıkış yolu. Oysa gerçek çözüm, suça neden olan sosyoekonomik faktörleri, psikolojik unsurları ve adalet sisteminin yapısını sorgulamaktan geçer. Eğer bir değişim istiyorsak, bunu sadece sandalyelerde oturup el kaldırıp indirenlerden bekleyerek değil, doğrudan çözüm mekanizmalarına etki ederek başlatmalıyız.


Toplum, kendi geleceğini şekillendirmek için düşünmeli, sorgulamalı ve çözüm üretmelidir. Çünkü yalnızca yargılamak, bizi daha iyi bir noktaya taşımayacak.



Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...