Aidiyet, modernizmin insanlığa miras bıraktığı en büyük ruhsal
bunalımlardan biri. İnsanlar, spiritüel inançlardan uzaklaştıkça kalplerinde
derin bir boşluk hissetmeye başladılar. Bunun sebebi ise insanlığın en temel
soruya hâlâ bir yanıt bulamaması: Ben neden varım? Bir
zamanlar dinler, mitolojiler ve halk hikâyeleri bu soruyu dolduruyordu. Ancak
modernizm, inancı değil, deneyi ve gözlemi savunuyordu. Fakat deney ve gözlem,
bu varoluşsal soruya bir yanıt getiremiyordu.
I. SPİRİTÜEL BOŞLUK: KALPLERDEKİ YIRTIK
Eskiden insan bir dağın zirvesine çıkıp gökyüzüne baktığında "Tanrı
burada!" diyebilirdi. Ama modernizm, "Sadece ölçebildiğin şey
gerçektir!" diyerek spiritüel bağları kopardı. Ancak ölçülemeyen şeyler de
var: Bir annenin sevgisi, bir sanatçının ilhamı ya da gün batımında hissedilen
tarifsiz hüzün... Bilim "nasıl" sorusuna cevap verdi ama
"niçin"i hep göz ardı etti. Ve böylece, insan ruhunda derin bir
boşluk açıldı.
İnsan, bu boşluğu doldurmak için yeni sığınaklar yarattı: Alışveriş
merkezleri, sosyal medya, kariyer hırsı... Ama hiçbiri gerçekte aidiyet hissini
veremedi. Çünkü modernizmin sunduğu hiçbir şey, "Ben neden varım?"
sorusunun yerini dolduramadı.
II. DENEYSEL FELSEFE: ANLAM ARAYIŞININ YENİ MASKESİ
Son zamanlarda yeni bir felsefi akımdan bahsedilir oldu: Deneysel
Felsefe. Bu akım, insanlara "Var olma nedenin budur" demiyor,
ancak "Neden bu var olma nedenini arıyorsun?" sorusuna cevap arıyor.
Beynimizin nasıl çalıştığını, anlam arayışımızın nörobiyolojik kökenlerini
açıklamaya çalışıyor. Ama bu yaklaşımın da sonu diğer akımlar gibi belli: Geçicilik. Çünkü
deneysel felsefe, insanı sadece biyolojik ve nörolojik süreçlerle tanımlıyor.
Oysa anlam, ölçülebilir verilerin çok ötesinde bir şey.
Nietzsche'nin dediği gibi: "Kimse kendi yarattığı labirentte
kaybolmaktan kurtulamaz." Deneysel felsefe de modern insanın
içinde kaybolduğu yeni bir labirentten ibaret olabilir.
III. GERÇEK AİDİYETİ BULMAK: BELKİ DE CEVAP DEĞİL, SORU SORMALIYIZ
Aidiyet arayışında belki de cevaplardan çok, sorulara odaklanmalıyız:
- Spiritüel bir savaş değil, bir
diyalog: İnanç ve bilimi birbirine düşman görmek yerine, birbirini
tamamlayan unsurlar olarak değerlendirmek. Einstein'ın dediği gibi: "Din
olmadan bilim topal, bilim olmadan din kördür."
- Aidiyetin anlamını yeniden
tanımlamak: Bir inanca, bir sanata veya bir ideale bağlanmak.
Borges'in sözünü hatırlayalım: "Kütüphane sonsuzsa, ben de
öyleyim."
- Deneysel felsefeye eleştirel
yaklaşmak: Anlam arayışımızın nörobiyolojik nedenlerini anlamak
önemli ama asıl mesele, bu arayışın yaşamla kurduğumuz ilişkiyi nasıl zenginleştirdiğini
fark etmektir.
SONUÇ: SORULARIN PEŞİNDE BİR YOLCULUK
Belki de modernizmin sunduğu "Ya bilim, ya inanç" ikilemini
reddetmeliyiz. İnsan, bu iki unsurun toplamından fazlasıdır. Rilke'nin dediği
gibi: "Yaşamınızın sorularının ta kendisi olun." Belki
de aidiyet, bir yere değil, kendi sorularımıza ait olabilmekte saklıdır.
Gökyüzüne baktığımızda Tanrı'yı görmesek bile orada bir şey var: Yıldızlar
ve sorular. Ve belki de bizi insan yapan en değerli şey, o yıldızlara
bakıp "Neden?" diyebilmektir.
"Anlam arayışı, insanın ruhunda yanan bir meşaledir. Söndürmek yerine,
onunla yürümeyi öğrenmeliyiz."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder