21 Şubat 2025 Cuma

Cenneti arzulamıyorum, ama cehennemden de korkuyorum


İnsan, varoluşunu sorguladığında cennet ve cehennem kavramlarıyla kaçınılmaz bir yüzleşmeye girer. Doğduğumuz günden beri bize öğretilen bu iki uç nokta, ödül ve ceza mantığının en uç formlarıdır. Ancak bu kavramları mutlak birer son olarak mı algılamalıyız, yoksa insanın kendi iç yolculuğunda anlamlandırdığı metafizik kavramlar olarak mı ele almalıyız? Ben, cenneti arzulamıyorum ama cehennemden de korkuyorum. Bu duygu, bir çelişki mi yoksa hakikatin ortasında durabilmenin bir yolu mu?

Kur’an’da cennet, müminler için bir mükâfat, cehennem ise inkârcılar için bir azap olarak sunulur. Ancak İslam’da ibadetlerin ve yaşamın yalnızca cenneti kazanmak veya cehennemden kaçmak için olması gerektiği söylenmez. Allah şöyle buyurur:

"Onlar, yalnızca Allah’a ibadet etmek, dini yalnız O’na has kılmak, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekle emrolundular." (Beyyine Suresi, 5)

Bu ayet, ibadetin nihai amacının bir ödül ya da cezadan çok, saf bir teslimiyet ve içsel arayış olduğunu gösterir. İnsan, cenneti kazanmak için değil, hakikatin peşinden gitmek için var olmalıdır. Ödül ve ceza, insanı doğruya sevk eden birer araç olabilir, ancak bunlar mutlak amaç haline geldiğinde inanç, bir ticarete dönüşür.

Ben, inancımı bir pazarlık meselesi olarak görmüyorum. Eğer bir şeye inanıyorsam, sırf ödül için değil, onun hakikat olduğuna inandığım için inanmalıyım. Cenneti arzulamamak, bana verilen hayatın zaten yeterli olduğunu ve iyi olmanın, karşılık beklemeden de mümkün olduğunu gösterir. Ancak cehennemden korkmam, kendimi insan olarak sorumlu hissettiğimin bir göstergesidir. Çünkü adaletin olmadığı bir düzen kaostur ve cehennem, bu kaosun kaçınılmaz sonucudur.

Allah, insanın sorumluluk bilinciyle yaşamasını ister:

"Kim zerre miktarı hayır işlerse, onu görür. Kim zerre miktarı şer işlerse, onu da görür." (Zilzal Suresi, 7-8)

Bu ayet, insanın yaptıklarının sonucunu göreceğini belirtir, ancak bu sonuç cennet ya da cehennemle sınırlı değildir. Asıl mesele, insanın kendisiyle yüzleşmesi ve içsel muhasebesini yapmasıdır. Cehennemden korkmak, kötü bir sonla karşılaşmaktan değil, yanlış bir yaşam sürmenin verdiği içsel huzursuzluktan kaynaklanır.

Tasavvufta, Allah’a olan sevginin cennet ya da cehennem kaygısından üstün olduğu vurgulanır. Rabia el-Adeviyye'nin şu sözleri, bu düşünceyi en güzel şekilde açıklar:

"Ey Allah’ım! Eğer sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam, beni cehennemde yak. Eğer sana cennet umuduyla ibadet ediyorsam, beni cennetten mahrum et. Ama sana sırf senin için ibadet ediyorsam, beni cemalinden uzak etme."

Bu sözler, ibadetin salt çıkar ilişkisine dönüşmesini reddeder. Çünkü hakiki ibadet, sevgiyle, içsel bir bağlılıkla yapılmalıdır.

Ben, cehennemden korkuyorum çünkü bir düzenin bozulması beni rahatsız eder. Ama cenneti arzulamıyorum, çünkü varoluşun anlamı bir ödüle indirgenemez. Hakikat, ulaşılması gereken bir hedeftir, pazarlık konusu değil. Gerçek özgürlük, insanın kendi yolunu ödülsüz ve cezasız çizebilmesidir.

Sonuç olarak, benim için önemli olan, cennete ulaşmak ya da cehennemden kaçmak değil, doğru bir yaşam sürmektir. Hakikat uğruna yaşamak, karşılığında ne verildiğine bakmaksızın, kendi içinde bir anlam taşır. Eğer bir şey için yaşıyorsam, bu benim özgürlüğüm, benim seçimim ve benim sorumluluğum olmalıdır. Cennet de, cehennem de benim seçimlerimin ötesinde birer neticedir. Önemli olan ise, ben kimim ve neden buradayım sorularına, içten ve samimi bir cevap verebilmektir.

Ya kulum bana ne getirdin?

Kendi hakikatimi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...