Saatler sahiplerine benzer; bazıları ileri gider, bazıları geri… Benimkisi tam bir muamma. Sabah erken kalkmam gerektiğinde geri, bir buluşmaya geç kaldığımda ise ışık hızında ileri gidiyor. Demek ki saatler de sahiplerini sevdiği kadar dürüst! İnsan da böyle değil mi? Kendine yalan söylemeyi en büyük gerçeklik zanneden bir varlık…
Beni saatler adam etti… Ama hangisi? Gecenin üçünde uykusuz bırakan mı, yoksa sabah çalmadan önce susturduğum alarm mı? Bir şeyi kabul etmek gerek, zaman dediğimiz şey insana itaat etmez; ama insan, zamanı kandırdığını sanarak yaşar. Saatin kendisi mekândır, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Peki ya insanın ayarı? O biraz karışık. Kimisi kendini fazla kurar, kimisi ise baştan bozuk gelir.
Esrar hakikate ermektir, diyorlar. Ama hangi esrar? Bilinmezliğin esrarı mı, yoksa kahvede uzun uzun düşündüren mi? Gerçi insanın en büyük esrarı kendisidir. Kendi zihninin labirentinde kaybolup, en sonunda bir çıkış kapısı bulduğunu sandığında bile, sadece başka bir kapının önüne geldiğini fark eder. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate erilemezmiş… Güzel. Ama bazen düşünüyorum, hakikate ermek için aklı kaldırmam mı gerek, yoksa aklımı tamamen kaybetmem mi?
Hayatta hepi yaşamak için hiçi seçtim… Ama bazen hiçi yaşamak için hepi seçtiğimi fark ediyorum. Her şey zıttıyla mümkündür sonuçta. Mesela özgürlüğü anlamak için tutsak olmak, huzuru bilmek için kaos yaşamak gerek. Ben var mıyım? Ben dediğim şey bir yığın ihtiyaç mı? Eğer bir insan açken düşünüyor ve tokken unutuyorsa, hangi hâli gerçek? Açken mi filozofuz, yoksa tokken mi sahiden insanız?
Ve evet, ben kendi başlattığım bir yalanın kurbanıyım… Ama ilginçtir, yalanı o kadar iyi oynuyorum ki bazen gerçek olduğuna kendim bile inanıyorum. Sonuçta zaman gibi, saat gibi, insan gibi… Gerçek olduğunu düşündüğümüz her şey, belki de sadece inanmayı seçtiğimiz bir yanılsamadan ibaret.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder