Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum.
Ta ki, sabah uyanmalarım birer zorunluluğa, aynadaki suretim tanımadığım bir yabancıya dönüşene dek.
O zaman fark ettim; ben çoktan ilk gruba sızmıştım.
Ve en kötüsü, bunu fark edene kadar düşlerim de benden kaçmıştı.
Derneği ilk kez, bir eskici tezgâhının altına sıkışmış, sararmış bir gazetenin köşesinde gördüm.
Sanki matbaa mürekkebiyle değil de, yıllarca bilinçaltımda gezinen bir fısıltının dokunuşlarıyla yazılmış gibiydi:
“Düşlerde Yaşayanlar Derneği – Gerçekliğe ara vermek isteyenler için.”
Altında sadece bir telefon numarası vardı.
Ama onu aramadım.
Çünkü oraya gidenler, bir çağrıyla değil…
…içlerinde yankılanan sessiz bir çöküşle bulurdu o adresi.
O tür çöküşler vardır; ne gözyaşı dökersin, ne çığlık atarsın…
Sadece bir sabah uyanırsın ve fark edersin:
Gerçeklik, sana ait olmayan bir gömlek gibi üzerini sıkıyor.
Dernek, İstanbul’un en kalabalık caddesinde, yüzbinlerce insanın önünden geçtiği ama kimsenin bakmadığı bir binanın üst katındaydı.
Kapısı, zamanın dişlerinden geriye kalmış yorgun bir ahşap parçasıydı.
Boyası dökülmüş, çerçevesi eğilmişti; ama yaklaştıkça çevren bulanıklaşır,
sokak silinir, insanlar susar, dünya geri çekilirdi.
Sanki sadece sen kalırdın ve ardında açılmak üzere olan bilinmeyen bir hikâye.
Kapının üzerinde, yorgun bir pirinç levha vardı.
Pas içinde ama harfleri hâlâ diriydi:
“Gerçeği bir günlüğüne bırak.
İçeri yalnızca düşlerinle gel.”
Elimi kapıya uzattığım an, parmak uçlarımda bir ürperti hissettim.
Sanki yeryüzünün bütün gürültüsü, bu eşikte susmuştu.
Ne klaksonlar, ne adımlar, ne de şehrin delirmiş nefesi…
İçeri girdiğimde anladım:
Bu bir oda değildi.
Bir sığınaktı.
Bir geçiş kapısı.
Gerçeğin soyunup, düşlerin üzerine örtüldüğü o tek yerdi.
I – Ara Dünya
Salon ne kalabalık ne de yalnızdı.
Hava, içeride bir sır taşıyormuş gibi ağırdı.
İnsanlar sessizdi ama sessizliklerinin içinde bir çığlık vardı;
kendi iç seslerini bastırmak istercesine gözlerini uzaklara dikerlerdi.
Bir kadın, sayfaları çevirmiyordu sadece —
her çevirişinde, başka bir hayattan bir parça arıyordu sanki.
Ama gözleri, kelimelerden çok daha ötede bir boşluğa takılıydı.
Orada ne gördüğünü kimse bilmezdi; belki geçmiş, belki hiç yaşanmamış bir olasılık.
Yan tarafta, genç bir adam, olmayan bir pencereden dışarıyı izliyordu.
Gözleri camsız bir çerçevede asılı kalmıştı.
Dışarıda ne vardı?
Belki de burada olmayan her şey.
Burası bir kaçış noktası değildi.
Buraya kaçılmazdı çünkü, buraya düşülürdü.
Rüyadan uyanamayanlar, gerçeğe sığamayanlar,
kendine yer bulamayanlar…
Hepsi bu salonda buluşmuştu.
Burası bir ara dünyaydı.
Gerçekle düş arasında sıkışıp kalanların nefes aldığı tek yer.
Ne tam anlamıyla uyanık,
ne de bütünüyle rüyadaydık.
Ve biz, o ince çatlağın sızdırdığı sestik.
Kimi zaman bir fısıltı, kimi zaman içe gömülmüş bir çığlık.
Ama hep oradaydık.
Çünkü başka hiçbir yer, bu kadar sessizce anlayamazdı bizi
II – Dernek Üyeleri
Geçmiş Zaman Yolcusu – İsmet
İlk kez gördüğümde, köşedeki solgun masada oturuyordu.
Önünde bir çay bardağı, dibi kurumuştu ama o hâlâ bardağın içinde bir zaman kırıntısı arıyor gibiydi.
Gözleri cam gibi donuktu; sanki baktığı yer, bir pencere değil, yarım kalmış bir hatıraydı.
“Ben bir gün durmayı unuttum,” dedi, sesi bir mezar taşından yükseliyor gibiydi.
“O günden sonra zaman, bana sadece geçmişle konuştu.”
Onun cümleleri bir kehanet gibi düşerdi masaya;
birinin unutulmuş çocukluğu, bir başkasının hiç yaşanmamış vedası olurdu o sözler.
Bazen dakikalarca gözünü kırpmaz, sonra şöyle mırıldanırdı:
“Bugün doğan çocuklar, yarın için değil… geçmişin açtığı yaraları dikmek için doğuyor.”
O sustuğunda, odadaki herkesin kalbi durur gibi olurdu.
Çünkü geçmiş, o anlarda bir hayalet gibi aramızda gezinirdi.
Ve biz, o hayaletin ayak seslerini duyardık… İsmet’in gözlerinde.
Sessiz Çığlıkçı – Melek
Saçları karanlığın içine düşmüş ilk kar tanesi gibiydi;
ama gözleri… gözleri, sanki içinde hâlâ oynanmamış bir çocukluk barındırıyordu.
Yanıma oturduğunda, kelimelere ihtiyaç duymadı.
Bakışları, susturulmuş bir çığlığın yankısıydı.
“Sen yeni gelen misin?” dedi gözleri.
“Evet,” dedim, sesim çatlamış bir aynadaki yansıma gibi ürkekti.
“Korkma,” dedi, dudakları kıpırdamadan.
“Burada herkes bir hayalini gömdü. Ama bazı düşler ölmez... sadece başka bir ruha saklanır.”
Yıllar boyunca, dünyaya haykırmıştı suskunluğunu.
Ama kimse işitmedi onu.
Artık kelimeleri değil, sessizliğin tonlarını kullanıyordu.
Her bakışı bir cümleydi.
Her susuşu bir feryat.
Ve biz, onu en çok sustuğunda anlıyorduk.
Düş Ressamı – Şefik
Kimse onun ne zaman geldiğini bilmezdi.
Kapı sessizce açılır, o içeri sanki rüzgâr gibi süzülürdü.
Ceketinin iç cebinden bir defter çıkarır,
masanın köşesine oturur ve orada… gerçeklikle düş arasında bir çizgi çizerdi.
Defteri sıradan görünürdü. Ama içine bakınca,
sıradan hiçbir hayatın o sayfalara dokunmadığını fark ederdiniz.
Her sayfa bir rüya, her kelime bir ruhun yankısıydı.
Bir gün geldi ve bir sayfa bıraktı:
“Birini tanımak istiyorsan, onun hangi düşte kaybolduğunu bul.”
Sonra gitti.
Ardında bıraktığı sadece mürekkep değildi.
O deftere bakan herkes, kendini başka bir öykünün başında bulurdu.
Kimi zaman çocuk olurdu o sayfada, kimi zaman ölü.
Ama her seferinde kendisiyle yüzleşirdi.
Benim düşüm hâlâ yazılmamıştı.
Ama o boş sayfa, bana uzun zamandır bakıyordu.
III – Kurucunun Sırrı
Derneğin kurucusuyla ilgili yalnızca bir gerçek vardı: Hiç kimse onu görmemişti.
Onun adı, kimliği, hatta bedeni bile… her şey bir gölge gibi kaybolmuştu zaman içinde. Bir efsane, bir iz, ama somut bir varlık.
Bazıları onun bir kadın olduğunu söylerdi; hassas, ama güçlü bir kadın.
Bazıları ise onu bir çocuk olarak anlatırdı; masum ama sırlarla dolu.
Ve en ilginç olanı: birisi, kurucunun aslında bir yaşlı adam olduğunu iddia etmişti—sadece sesini duyan, siluetini bilen ama asla yüzünü görmeyen bir adam.
Ve herkes, onunla konuştuğuna yemin ederdi.
Ama işte garip olan, herkesin duyduğu şeylerin farklı olmasıydı.
Birisi, derin bir boşluğa bakarken, kurucunun sesini duyduğunu söylerdi.
Diğeriyse, bir dönüm noktasında bir sözcük bile sarf etmeden öğütler aldığını.
Bir başkasıysa, görmediği bir gözün her sözünde ona yön verdiğini iddia ederdi.
Ama hepsinin ortak bir cümlesi vardı, tıpkı bir melodinin yankısı gibi, sürekli çalan ve unutulmaz olan:
"Gerçekliğe dönmek istiyorsan, önce onu gerçekten istemen gerekir."
Kimse ne demek istediğini tam olarak anlayamıyordu.
Ama herkes bir şekilde görmüştü—şeyleri, insanları, hayalleri ve belki de kurucuyu.
Bir şekilde, gerçek ve rüya birbirine karışıyor, birbiri içinde kayboluyordu.
Zihninin derinliklerinde, o cümleyi duyanlar, bir aydınlanma anı yaşamıştı.
Ama o aydınlanma, beklenenin tam tersiydi:
Gerçekliğe ulaşmak, gerçekliğin sınırlarını zorlamak anlamına geliyordu.
Ve her biri, bu yakıcı soruyu, bir şekilde cevapsız bırakıyordu:
"Gerçekten istiyor muyum?"
O günün sabahında, derneğe bir adım attığımda, ben de bu soruyu sormaya başladım.
Ama henüz cevabım yoktu. Ve belki de hiç olmayacaktı.
IV – Seçim Zamanı
Üçüncü haftamda, elimde bir zarf belirdi.
Hafifçe sararmış, köşeleri buruşmuş.
İçindeki kağıdı çıkarırken, ellerim bir an için duraksadı.
Zarfın ağırlığı, bana neyi beklediğini fısıldar gibiydi.
İçinden çıkan tek bir cümleyle her şey değişti:
"Bu düş sana ait değil. Ya onu bırak ya da gerçekliği."
Ve o an, içimde bir şey koptu.
İki yol vardı önümde, birbirini yok eden iki seçenek.
Biri beni içine çekecek, diğeri ise hapsedecekti.
Bir tarafım, düşlerin yoğun karanlığında kaybolmayı,
gerçeğin keskin yüzünden kaçmayı arzuluyordu.
Diğer tarafım ise, son bir kez gerçeği tatmayı,
kendi varlığımı bir şüphe olmadan kanıtlamayı istiyordu.
İçimdeki bu iki varlık arasında gidip gelirken,
düşlerin çekiciliği ve gerçeğin soğukluğu arasında sıkıştım.
Burada kalmak, gözlerimi sonsuza dek kapatmak gibi bir şeydi.
Zihnimde yükselen sesler bana,
"Her şey bir illüzyon, bırak gitsin," diyordu.
Ama kalbimde bir his vardı,
gözlerim arkasına bakmak için uğraşırken,
gerçekliğin her şeyden daha acımasız olacağını fısıldıyordu.
Ve kimse bana doğruyu söyleyemezdi.
Çünkü burada, kimse ne doğruyu ne de yanlışı bilecek durumda değildi.
Herkes bir zamanlar yolunu kaybetmişti.
İçimizde, birbirinden farklı doğrular vardı,
ama her biri, aynı derecede yalanlardı.
Dernekteki herkes, bir yıkımın parçasıydı.
Herkes bir zamanlar kendi düşlerini yaşadı,
şimdi ise onları terk etmişti.
Ve ben de o kaybolan yollardan biriydim.
Düşlerin huzurunu terk etmenin bedelini ödeyecek miydim?
Yoksa, bilinçaltımın derinliklerinde kaybolarak,
gerçeğe sırtımı mı dönecektim?
V – Kurucunun Gölgesi
Zarfı elime aldığımda, içimden bir şeyin eksik olduğunu hissettim.
Dışarı adım attım, ama dünya… dünya sanki başka bir yerdi.
Sokaklar, bana yabancı bir düş gibi geldi.
Hızla geçen arabalar, birbirinin ardına dizilen market rafları,
aceleyle yürüyen insanlar…
Hepsi, bana ait olmayan bir hayatın parçasıydı,
sanki gözlerimle değil, bir başkasının gözleriyle görüyordum.
Zamanla, düşlerin içinde kaybolmuşken,
gerçekliğin soğuk duvarları arkamdan çöküyordu.
O gece, derneğe geri döndüm.
Kapı açıktı, sessizlik havada asılıydı.
İçeri adım attım, ama hiç kimseyi göremedim.
Sadece Şefik’in defteri masanın üzerinde,
bana doğru çağırıyordu.
İçimden bir güç beni itekledi,
ve sayfayı çevirdim.
“Eğer bu sayfayı sen açtıysan, artık kurucusuz değiliz.”
Sözler boğazımda düğümlendi, nefesim kesildi.
Biri beni izliyordu, ama etrafımda kimse yoktu.
Bir başkasının gözleri gibiydi, derin ve tanıdık…
Gözlerimi kapatıp bir an için geri çekildim.
Ve aynaya baktım.
Beni tanıyan bir yüz vardı,
ama aynı zamanda yabancı bir hüzün.
O an, fark ettim;
ben, o gölgeydim.
Kurucunun geçmişi, şimdi benim ellerimdeydi.
Ve bir şey bana fısıldıyordu:
“Artık her şey senin kontrolünde.”
VI – İlk Düşüm
Artık düş kurmak, ellerimin içinde eriyen bir sıvı gibi hissediliyordu.
Sadece bir hayal değil, bir gerçeklik yaratıyordum.
Ama ne yazık ki, hayal kurmak…
Bir insan yaratmaktan çok daha kolaydı.
Adı Rüya’ydı.
Henüz derneğin varlığını bilmiyor, içimde bir yere saklanmış, hiç keşfedilmemiş bir yolculuğun başındaydı.
Fakat bir gün, nehrin akışı onu buraya getirecekti.
İsmet’in masasında oturacak,
Melek’in gözlerindeki sessiz çığlıkla karşılaşacak,
Ve belki de, Şefik’in defterine bakarken, kendi kimliğini bulacak.
Kendisinin bir yansıması gibi,
Bir düşün derinliklerinde kaybolacak.
Onu yoluyla tanıştırmayacağım.
Ona bir rehber, bir öğretmen olmayacağım.
Sadece… sessizce izleyip, her adımında biraz daha yok olacağım.
Çünkü artık ben...
Kurucu'yum.
Ve kurucu olmak, yalnızca bir ismin gölgesinde kaybolmak değildir.
Burası, sonsuz düşlerin yaratıldığı bir alandır.
Ve düşleri yaratmak…
Onları özgür bırakmaktır.
Son Söz
Bazı insanlar, varlıklarını sürdürebilmek için nefes alır, adım atar, yaşar.
Bazen bu yaşamak, yalnızca hayatta kalmakla sınırlıdır.
Ama bazıları, hayatı sadece var olmak için değil, düşlemek için yaşar.
Onlar, dünyayı başka bir gözle görürler, bir adım geriye çekilip gökyüzüne bakarak içsel evrenlerini kurarlar.
Ben ikinci gruptandım.
Ve yıllarca bu düşlerde kaybolurken, gerçeğin bekçisi olmaktan korktum.
Fakat bir gün, gözlerimi açıp baktığımda, gerçekliğin yalnızca dışarıda değil, içimde de var olduğunu fark ettim.
O zaman anladım:
Gerçeklik, kaçanlardan ziyade, kabullenenlerin sığındığı yerdir.
Çünkü ne kadar uzağa gitmeye çalışsan da, asıl kaybolduğun yer kendi içindedir.
Ve gerçeklikten kaçmak, her ne kadar bir özgürlük gibi görünse de, sadece başka bir tür zindandır.
Düşler, hiç de özgür olmayan bir tür hapishane olabilir.
Gerçekten kaçanlara yol gösteren tek şey, başkasının düşüne sığınmak değil,
kendi kabullenişin ile varlığını yeniden yaratmaktır.
İçindeki sınırları kabul etmek, her şeyin gerçek olduğu ve her şeyin geçici olduğu gerçeğini kabul etmek…
Ve bir gün, tüm bu karanlıkta bile, kendi ışığını bulmaktır.