6 Nisan 2025 Pazar

Benlik Üzerine I: Aynadaki Gölgeler, İçimizdeki Yankılar

Benlik Üzerine I: Aynadaki Gölgeler, İçimizdeki Yankılar

“Ben kimim?” diye sorduğumda, içimde yankılanan şey bir cevap değil, daha çok derin bir sessizliktir. Çünkü bu soru, yalnızca bir merak değil; aynı zamanda bir itiraf, bir arayıştır. “Ben” dediğimiz şey, üzerine eğildikçe dağılan, anlamaya çalıştıkça biçim değiştiren bir varlık türü.

Benliği algılamak, karanlık bir labirentte yürümeye benziyor. Her köşede bir ayna, her aynada başka bir yüz. Lacan'ın dediği gibi, belki de o aynalar ilk aldanışın başladığı yerdir. Bebekliğimizde gördüğümüz ilk yansıma, bir "ben" yarattıysa da, bu "ben" zamanla hikâyeler, roller ve maskelerle sarıldı. Sosyal medyada beğeni alan benlik, CV’mize yazılan başarılarımızla şekillenen benlik… Bunlar, benliğin kendisi değil, sadece anlatılmış versiyonları olabilir.

Ama yalnızca anlatı mı benliği inşa eder? Freud’un bilinçdışı ya da Jung’un gölgeleri, benliğimizin bir kısmının asla gün yüzüne çıkmadığını söyler. Yani, "Ben kimim?" sorusu bazen "Ben kim değilim?" sorusuyla örtüşür. Redde­dilen, bastırılan, görmezden gelinen yönlerimiz… Aslında bizi en çok biz yapan şeyler onlar olabilir. Ve içsel karanlıklarımızla yüzleşmeden, gerçek benliğe dokunamayız.

Sartre’ın ifadesiyle insan “kendini yapar.” Ama bu yapma eylemi bir marangozun tahta yontması gibi değil. Biz, aynı anda hem yontan hem yontulanız. Özgürlükle şekilleniriz ama geçmişin, kültürün, genetik mirasın ve toplumsal rollerin içinde kalarak. Kierkegaard’ın dediği gibi, benlik bir ilişkidir – hem kendimizle hem dünya ile. Bu ilişki her zaman gerilimli, her zaman dinamik.

Ve sonra, doğunun sesi duyulur: Budizm. Der ki, “Benlik yoktur, yalnızca süreçler vardır.” Belki de en büyük yanılgı, benliği sabit bir şey sanmamız. Oysa “ben”, bir nehirdir; değişen, akıp giden, aynı kalmayan. Her “ben” deyişimde başka bir versiyonum konuşuyor olabilir.

Sonuç Yerine Bir Fısıltı

Benlik, tamamlanacak bir yapı değil, sürekli yeniden inşa edilen bir süreçtir. Kendini bilmek, belki de tam anlamıyla kendini aşmak demektir. Çünkü “ben kimim?” sorusunun cevabı hiçbir zaman sabit değildir; o her zaman bir oluş, bir akış ve bir arayış hâlindedir.

Ve belki de tek hakikat şudur:

Kendimizi tanımaya çalıştıkça, aslında ne kadar az tanıdığımızı öğreniriz.


Benliğin Katmanları II: Kimlik—Kurgulanmış Bir Gerçeklik mi?

“Ben kimim?” sorusunun ardından, kaçınılmaz olarak “Ben kim olarak biliniyorum?” sorusu gelir. Bu geçiş, benlikten kimliğe yapılan zihinsel bir sıçramadır. Kimlik, benliğin dışa bakan yüzüdür; toplumun aynasında yansıyan, etiketlenen, sınıflandırılan hâlidir. Ama bu yansıma ne kadar gerçektir?

Kimlik dediğimiz şey çoğu zaman bir anlatı, bir uzlaşıdır. Nüfus cüzdanına yazılan ad, seçtiğimiz meslek, ait olduğumuz millet, inandığımız din ya da ait hissettiğimiz cinsiyet… Bunların her biri, dışsal birer bilgi olabilir. Ama içsel dünyamızla ne kadar örtüşürler? Gerçek benliğimizle mi örtüşür, yoksa toplumun bizden görmek istediği şekli mi alırız?

Nietzsche, kimliği bir tür "maske" olarak görür. Der ki: İnsan, yaşamı boyunca kendine taktığı maskelerle var olur. Bu maskeler, hem kendimizi gizlemek için hem de görünür olmak için takılır. Kimlik, işte bu noktada bir ikileme düşer: Görünmek mi isteriz, yoksa gizlenmek mi?

Bir insan düşün: Kalabalık bir ortamda kendini rahatlıkla “öğretmen” olarak tanıtıyor. Ama derinlerinde, belki hiç öğretmek istemeyen bir yazar yatıyor. Ya da bir başka insan: Cinsiyetini, dini, siyasi görüşünü sessizce reddediyor ama çevresel baskılar yüzünden o kimliği taşımaya devam ediyor. Burada kimlik, bir kalkan kadar bir hapishaneye de dönüşebiliyor.

Foucault, iktidarın kimlikleri biçimlendirme gücünden bahseder. Kim olduğumuza dair fikirler, çoğu zaman bireysel keşiften çok, toplumsal yönlendirme ile şekillenir. Ait olmamız istenen yerler, uymamız beklenen kalıplar, dışlanma korkusuyla kabullendiğimiz etiketler… Hepsi bir kimlik mimarisinin parçalarıdır.

Peki bu durumda, kimlik bir tercih midir yoksa bir miras mı?

Ve daha derin bir soru: Bu miras, benliği boğar mı, yoksa ona yön mü verir?

Benlik-Kimlik Çatışması: İçteki Ses ve Dıştaki Yankı

Benlik içten gelen bir sezgiyle konuşur. Kimlik ise dış dünyanın bize öğrettiği bir dildir. Bu iki varlık sürekli bir çatışma içindedir. İçimizde sessizce yankılanan o “Ben aslında bu değilim…” fısıltısı, işte bu çatışmanın en çıplak halidir.

Bazı insanlar bu çatışmayı bastırır; benliğini, kimliğe uydurmaya çalışır. Diğerleri ise kimliğini parçalayarak yeniden kurar. Her iki yol da sancılıdır. Ama belki de özgürlüğe giden tek yol, bu sancıyı cesaretle taşıyabilmektir. Çünkü kimliğin kabuğunu kırmadan, benliğin özüne ulaşılamaz.


Benliğin Katmanları III: Maskeler—Kendimizi Saklamanın Sanatı

Her insan bir sahnededir. Ve her sahnede bir rol oynar.

Shakespeare’in de dediği gibi, “Bütün dünya bir sahnedir.” Ama o sahnenin dekoru kadar, taktığımız maskeler de önemlidir. Bu maskeler yalnızca bizi başkalarından gizlemez, çoğu zaman kendimizden bile saklar.

Peki, neden maske takarız?

Korunmak için.

Sevilmek için.

Görünmek için.

Kaybolmamak için.

Her bir gerekçe, benlikten bir adım uzaklaşmaktır ama aynı zamanda kendini var etmenin bir yoludur. Çünkü çıplak bir benlik, savunmasız bir bedene benzer. Toplumda var olabilmek için bir tür zırh gerekir; işte bu zırh, çoğu zaman bir maskeye dönüşür.

Maskelerimizle Yüzleşmek: Korku mu, Cesaret mi?

Maskesiz bir insan hayal et.

Aklından geçen her düşünce, yüzüne yansıyor.

Korkuları, öfkesi, arzuları, sevgisi… her şey açık.

Toplum bunu deli olarak adlandırır.

Çünkü çıplak benlik, toplumsal düzeni tehdit eder.

İşte bu yüzden maskeler yalnızca kişisel değil, sosyolojik bir zorunluluktur.

Ama bir noktadan sonra maskeyi o kadar uzun süre takarız ki, onun altında ne olduğunu unuturuz. Ve maskeyi çıkardığımızda yüzümüz bize yabancı gelir.

Nietzsche’nin sertçe ifade ettiği gibi:

“Uzun süre bir canavarla savaşırsan, sen de canavara dönüşürsün.”

Aynı şekilde:

“Uzun süre bir maske takarsan, o maskeye dönüşürsün.”

Jung’un Persona’sı: Maske mi, Köprü mü?

Jung, insanların dış dünyayla ilişki kurmak için bir “persona” geliştirdiğini söyler. Persona, Latince’de “maske” demektir. Ancak bu maskeyi sadece sahte bir kimlik olarak değil, aynı zamanda bir iletişim aracı olarak da görebiliriz.

Yani bazı maskeler yıkıcı değil, yapıcıdır.

Kendimizle toplum arasında bir köprü kurar.

Ama sorun şu ki, bu köprü bazen bir duvara dönüşür.

Modern Hayatta Maske: Sosyal Medya ve Kimlik İnşası

Bugünün insanı, artık fiziksel değil dijital maskeler takıyor.

Instagram’daki filtreli yüz, Twitter’daki zekice sözler, LinkedIn’deki başarı hikâyeleri…

Hepsi birer özenle kurgulanmış persona.

Artık yalnızca yüzümüzü değil, hayatımızı da maskeliyoruz.

Ve bu maskeler arasında kaybolmak işten bile değil.

İçimizdeki çocuk sessizce fısıldıyor:

“Beni hatırlıyor musun?”

Ama ekranlar o kadar parlak ki, bu fısıltıyı duyamıyoruz.

Sonuç: Maskesiz Olmak Cesaret İster

Maskeler gerekli olabilir, evet.

Ama onları sorgulamak da gerekir.

Hangi maskeyi taktım, neden taktım, ve en önemlisi... ne zamandır takıyorum?

Kimi zaman maskemizi çıkaracak kadar yalnız kalmamız gerekir.

Çünkü yalnızlık, maskelerin düştüğü yerdir.

Ve o an, kendimizle göz göze geliriz.


Benliğin Katmanları IV: Ayna ve Boşluk — Kendine Bakmakla Kendini Görmek Arasındaki Fark

Bir aynanın karşısında durduğunda, gerçekten neyi görüyorsun?

Yüzünü mü?

Yoksa görmek istediğin bir yansımanın sahte huzurunu mu?

İnsan aynaya bakar ama kendini görmez.

Çünkü kendini görmek, yalnızca bir fiziksel bakış değil, içsel bir çöküş, bir açılış, bir kabulleniştir.

Gözlerimizle gördüğümüz şey, çoğu zaman alıştığımız yüzümüzdür.

Ama o yüz, bizim kim olduğumuzun yalnızca bir maskesi, yalnızca bir kabuğu.

Ayna Bir Göz Değildir, Bir Tuzaktır

Ayna dediğin şey, seni sana göstermez.

Seni, senin olmak istediğin kişiye yaklaştırır.

Çünkü insan, aynaya sadece bakmaz; onu yorumlar.

Ve bu yorumlama sürecinde, çoğu zaman acı verici gerçeklerden kaçınır.

“Ben iyi biriyim.”

“Ben güçlüyüm.”

“Ben akıllıyım.”

Bunlar bazen doğrular değil, gereklilerdir.

Çünkü çıplak gerçekliğimizle yüzleşmek, çoğu zaman bir tür içsel ölümdür.

Ve insan, kendi mezarını kazmamak için gözlerini yumuşatır.

Kendini Görmek: Korkularınla Göz Göze Gelmektir

Aynadaki gözlerle göz göze gelmek, bazen bir davettir:

“Gel, içeriye bak.”

Ama içerisi sessiz değildir.

Orada bastırılmış arzular, kırılmış çocukluklar, bastırılmış öfkeler fısıldaşır.

Ve bu fısıltılar, aynanın ardındaki boşluğu büyütür.

Kendini görmek, bu boşlukla göz göze gelmektir.

O boşluk korkutucudur. Çünkü içinde şekilsiz bir “ben” gizlidir.

Henüz tam anlamlanmamış, henüz tamamlanmamış…

Ama tam da bu eksiklik, bu belirsizlik, gerçek benliğin özüdür.

Simülasyonlar Çağında Ayna: Yansımanın Yerini Algı Aldığında

Modern insan, aynaya değil, ekranlara bakıyor.

Filtreler, pozlar, “selfie”ler…

Artık yalnızca yüzümüz değil, zihnimiz de düzenlenmiş bir görünüm.

Kendimizi kendimize göstermek için bile bir algoritmanın onayına ihtiyaç duyuyoruz.

Bu yüzden artık gerçek bir yansıma arayışından çok, ideal bir imaj üretimi içindeyiz.

Ve bu üretim sürecinde, “ben” dediğimiz şey, bir veriye, bir profile, bir hikâye baloncuğuna dönüşüyor.

Peki Gerçekten Kendimi Görmek İster miyim?

İşte burada esas soru başlar:

Ben aynaya görmek için mi, yoksa inanmak için mi bakıyorum?

Eğer kendini gerçekten görmek istiyorsan, önce şunu kabul etmelisin:

"Ben dediğim şey, tamamlanmış bir varlık değil; sürekli oluş halinde bir süreçtir."

Ve bu sürece bakmak, aynaya değil, içeride açılan aynasız bir boşluğa bakmak demektir.

Bir boşluk ki, içine düşerken seni sen yapan her şey orada yankılanır:

Hatıraların, korkuların, umutların, hayal kırıklıkların…

Sonuç: Yüzüne Değil, Yaralarına Bakmak

Gerçek benlik, aynada değil; kırılmış aynaların ardında gizlidir.

O kırıklar, her biri birer yaşam anısıdır.

Ve insan, kendi kırıklarını birleştirerek bütüne ulaşır.

Tıpkı kintsugi sanatı gibi:

Kırık yerlerini altınla doldurarak, kusurlarını güzelliğe dönüştüren bir benlik yaratımı…

Belki de kendini görmek, kendini onarmaya cesaret etmektir.

Ve belki de, en sonunda anlayacağımız şey şudur:

“Benliğin özü, aynanın gösterdiği değil, aynaya rağmen içimizde kalan şeydir.”


Benliğin Katmanları V: Zaman ve Benlik — Geçmişle Var Olmak, Gelecekle Savaşmak

İnsan yalnızca şimdi’de var olduğunu sanır. Oysa benlik, zamanın üç katmanında da yankılanır: geçmişte kırılır, şimdi’de nefes alır, gelecekte ise parçalanmaktan korkar. Bu yüzden benlik, bir anı sandığı, bir yarın düşü, bir de şimdi sancısıdır.

Ama biz bu üç zaman boyutunun hiçbirinde gerçekten “olamayız”; çünkü “ben” dediğimiz şey, her zaman ya geç kalır ya da ileriye kaçar.

Kendimize dair farkındalığımız hep birkaç adım sonra gelir,

Ya da birkaç adım öncesinde kaybolur.

Geçmiş: Bir Harabe Üzerinde İnşa Edilen Kimlik

Her insanın içinde yıkılmış bir şehir vardır.

Kimi zaman çocukluktan kalan bir cümle, kimi zaman unutulmuş bir yüz…

Ama o şehirden yükselen her toz bulutu, bugünkü “ben”in gövdesine sinmiştir.

Geçmiş, benliği kurar ama aynı zamanda onu sabitler.

Çünkü anılar, sabitlenmiş acılardır.

Ve sabit acılar, hareket eden bir benliği zincirler.

“Ben niye böyleyim?” diye sorduğunda, geçmişin yankısı konuşur:

“Çünkü öyle oldun.”

Ama geçmiş, yalnızca bir neden değil; aynı zamanda bir gölgedir.

Onu sırtında taşırsan, ne bugünü görebilirsin ne de geleceği hayal edebilirsin.

Gelecek: Kaygının Tohum Ektiği Boşluk

Gelecek henüz gelmemiştir ama etkisi şimdi’dedir.

Bir sınav, bir karar, bir ihtimal...

Bunlar yalnızca olaylar değildir, benliğe kazınan beklentilerdir.

İnsan, gelecek için yaşar ama asla tam anlamıyla yaşayamaz.

Çünkü gelecek, varolmayan bir zamandır.

Ve varolmayan bir zaman için şekil almaya çalışan benlik, kendi varlığından şüphe eder.

Bu şüphe kaygıya dönüşür, kaygı da kontrol arzusuna.

Ama kontrol edemedikçe kendimizi yetersiz hissederiz.

Bu da bizi içsel bir paradoksa sürükler:

“Ben, henüz olmamış bir benliği oldurmaya çalışıyorum.”

Şimdi: Nehirde Bir Anlık Yansıma

Şimdi, suya yansıyan yüz gibi geçicidir.

Anı yakalamak deriz ya hani, o an, yakalandığında artık geçmiş olur.

Bu yüzden “şimdi”ye tutunmak, yokluğa sarılmak gibidir.

Ama yine de benliğin en hakiki hali, ancak şimdi’de hissedilir.

Çünkü geçmiş hatırlanır, gelecek hayal edilir;

Ama yalnızca şimdi yaşanır.

Bu yüzden bilge kişiler hep şimdide kalmayı öğütler.

Çünkü “ben” dediğimiz şey, ancak o anın içine tam anlamıyla yerleştiğinde sahicileşir.

Zamanın İçinde Dağılmış Bir Benlik

İnsanın benliği, geçmişin haritasında dolaşır, geleceğin pusulasıyla yön bulmaya çalışır ama adımları hep şimdi’dedir.

Ne var ki o adımlar, çoğu zaman başka zamana ait düşüncelerle ağırlaşır.

Peki, zamanla barışmak ne demektir?

Zamanla barışmak, geçmişin seni tanımlamasına, geleceğin seni hapsetmesine izin vermemektir.

Ve belki de en çok bu cümlede saklıdır benliğin özgürlüğü:

“Ben zamanın içinden geçiyorum ama onunla bir değilim.”

Sonuç: Zamansız Bir Benliğe Uyanmak

“Ben” dediğimiz şey, geçmişin hataları, geleceğin umutları ve şimdi’nin acelesiyle şekillenir.

Ama bu şekillenme bir sonuç değildir; bir oluş sürecidir.

Bu yüzden benliğini tanımak istiyorsan, önce zamanı sorgula.

Kendi geçmişinle barış, geleceğinle konuş, şimdi’de nefes al.

Çünkü ancak o zaman, kendini zamanın dışında bir özne olarak hissedebilirsin.

Ve belki de işte o an, ilk kez kendine şunu söyleyebilirsin:

“Ben, dünün gölgesi değilim.

Ben, yarının taslağı değilim.

Ben, şu an bile tamamlanmamış bir oluşumum.”


Benliğin Katmanları VI: Toplumun Aynasında Benlik — Kalabalıklar İçinde Kaybolmak mı, Bulunmak mı?

İnsan, bir yandan özgün olma çabasında kıvranırken, diğer yandan ait olma ihtiyacıyla toplumun şekillendirdiği kalıplara sarılır. Benlik dediğimiz şey, yalnızca içsel bir deneyim değil, aynı zamanda dış dünyanın yansımalarıyla inşa edilen bir aynadır. Bu aynada kendimize bakarız — ama bize yansıyan görüntü, başkalarının gözünden süzülmüş bir surettir.

Toplumun Gözü: Kimliğin İnşasında Dış Bakış

Sartre’ın dediği gibi:

“Ötekinin bakışı, beni nesneleştirir.”

Bir odaya yalnız girdiğimizde "var" olduğumuzu hissederiz, ama biri bizi izlemeye başladığında birden “kendi”mizden çıkar, “görünen” bir şeye dönüşürüz. Gözler üzerimizdeyken benlik sahneye çıkar — bir oyuncu gibi. Ve bu oyunculuk hali, kim olduğumuzu değil, kim olmak zorunda kaldığımızı gösterir.

Yani sorulması gereken şudur:

Gerçekte kimim, yoksa görülmek istenen kişi mi oldum?

Sosyal Maskeler: Toplumun Beklentilerine Karşı Kişisel Gerçeklik

Toplumun normları, roller ve görevlerle örülmüştür. Öğrenci, evlat, dost, vatandaş…

Bu roller, benliğimizin çevresine sarılmış kabuklar gibidir.

Ama bu kabuklar bizi koruduğu kadar, içeride bir benliğin gelişmesini de engelleyebilir.

Toplumsal rollerle kurulan benlik, bazen öylesine kuvvetli bir hale gelir ki, kendi iç sesimizi bastırırız. Kendi düşüncelerimizi bile topluma uyarlayarak yeniden kurarız.

Ve en tehlikelisi: Bu uyarlanmış “ben”i, gerçek “ben” zannetmeye başlarız.

Benliğin Sosyal Hapishanesi

Toplum bir yapıysa, o yapının içinde benlik bazen bir mahkûmdur.

Bizi beğenenlerin bakışlarına bağımlı hale geliriz.

“Ne derler?”, “Nasıl görünürüm?”, “Yeterince iyi miyim?” soruları…

Bu sorular, benliği içeriden kemiren ince bir çürümeye dönüşebilir.

Fakat tuhaf olan şudur:

İnsan ne kadar özgün olmaya çalışsa da, onay arayışıyla kendi özgünlüğünü törpüler.

Ve bu onay ihtiyacı, zamanla benliğin yerini alır.

Kendini Toplumun İçinde Var Etmek: Mümkün mü?

Yine de toplumdan tamamen kopmak bir çare değildir.

Çünkü insan, ilişkilerle şekillenir; yalnızca kendini değil, başkalarını da tanıyarak kendini inşa eder.

Toplum içinde yaşarken, kendi benliğini kaybetmeden var olabilmek; işte gerçek bilgelik orada başlar.

Bu da bir denge işidir:

Bir ayağın topluma basarken, diğer ayağın kendi iç dünyana kök salmalıdır.

Sonuç: Toplumda Kaybolmadan Kendini Bulmak

Benliği toplumun aynasında görmek, bazen yanıltıcı olabilir.

Ama bu aynaya hiç bakmamak da, kör bir benlik yaratır.

Önemli olan, o aynaya bakarken yansıyanın farkında olmak ve

“Bu gördüğüm ben miyim, yoksa olmak zorunda bırakıldığım kişi mi?”

sorusunu her defasında yeniden sormaktır.


Benliğin Katmanları VII: Ölüm ve Benlik — Yoklukla Yüzleşmenin İçsel Yankısı

Ölüm, çoğumuzun konuşmaktan kaçındığı, zihnimize yaklaştığında hızla yönünü değiştirdiğimiz bir boşluktur. Fakat ölüm, kaçınılmazlığıyla yalnızca hayatı değil, benliğimizi de tanımlar. Çünkü “ben kimim?” sorusunun en sert duvarı, “bir gün olmayacağım” gerçeğidir.

Ölüm: Benliğin Sonu mu, Zirvesi mi?

Kimi düşünürler, ölümü bir yok oluş olarak görür.

Epiküros’un meşhur ifadesiyle:

“Biz varken ölüm yoktur; ölüm geldiğinde ise biz yokuz.”

O hâlde ölüm, “ben”in hiçbir zaman deneyimleyemeyeceği bir durumdur.

Ama işte bu, tam da benliği tanımlayan bir çelişki doğurur.

Çünkü insan, yok olacağını bilerek var olur.

Ve yokluk fikri, benliğe yön verir, onu şekillendirir.

Heidegger’e göre ölüm, insanın en sahici halidir.

Çünkü yalnızca ölüm farkındalığıyla insan “kendisi” olabilir.

Ölüm, bireyi kalabalıklardan ayırır ve ona şöyle fısıldar:

“Sen bir gün biteceksin, o hâlde kim olduğunu şimdi seç.”

Benlik ve Sonluluk: Sonsuzluğu Arzulayan Sınırlı Varlık

İnsan, ölümlü olduğunu bilmesine rağmen sonsuzluğa uzanmak ister.

Bu arzu, kimi zaman sanatla, kimi zaman aşkla, kimi zamansa inançla kendini gösterir.

Çünkü benlik, sadece bir yaşam süresi boyunca anlam kazanmak istemez —

o, sonsuz bir yankı bırakmak ister.

Ama belki de en cesur adım şudur:

Sonlu olmayı kabul ederek benliğini onurlandırmak.

Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilmek, yaşamı daha gerçek,

kararları daha anlamlı, bağları daha samimi kılar.

Kendi Ölümünü Bilmek: Nihai Yüzleşme

Kendi ölümünü düşünen insan, benliğin en derin tabakasına ulaşır.

Orada yalnızca korku değil, bir tür özgürlük de vardır.

Çünkü ölümle yüzleşen kişi için sahte benlikler, toplumsal maskeler, zorunlu roller anlamsızlaşır.

Gerçek benlik, yokluğun karşısında titreyen ama yine de dimdik duran benliktir.

Sonuç: Ölümle Tanışmak, Benlikle Buluşmaktır

Benliği anlamak bir ömür sürebilir.

Ama ölümü anlamak, o ömrün değerini belirler.

Ve belki de şu sözle veda etmeliyiz bu metne:

“Benliğin son sınavı, yokluğun sessizliğinde yankılanabilecek bir ses bırakabilmektir.”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...