31 Ocak 2025 Cuma

Sessiz Çöküş: Türkiye'nin Toplumsal ve Ekonomik Buhranı



Türkiye'nin ve Türk toplumunun şu anki hali pek iç açıcı değil; aksine, giderek kötüleşiyor. Şiddet eğilimleri, ekonomi, adalet ve eşitlik kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Şiddet, kimi zaman temelsiz gibi görünse de aslında birçok faktörün birleşimiyle ortaya çıkar: aile içi sorunlar, geçmiş travmalar ve belirsiz bir gelecek kaygısı gibi etkenler bu durumun temel taşlarını oluşturur.

Son yıllarda Türk toplumu büyük bir dönüşüm geçirdi. Artık mutsuz bir halk olduğumuz sıkça dile getiriliyor ve bunu bizzat hissediyoruz. Ancak, bu mutsuzluğun farkında olan halk, şu an için sessiz bir protesto içinde. Sessizlik, farkındalığın yayılmasını sağlarken aynı zamanda tehlikeli bir hal alıyor. Çünkü sessizlik, eylemsizliği beraberinde getirerek halkın gücünü köreltiyor.

Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Üniversite sınavına hazırlanan Muhammed, her gün çalışmak için detaylı programlar yapıyor ve bu programları yazmak için saatlerini harcıyor. Yıl boyunca toplamda 365 saati yalnızca program yazmaya gidiyor ve sonunda istediği başarıyı elde edemiyor. Burada, enerjinin yanlış yönlendirilmesi söz konusu. İşte halkın durumu da böyle: Farkındalık artsa da harekete geçmeyen toplum, sessizlik içinde kayboluyor.

Halkı suçlayamayız çünkü mevcut yönetim, sessizleştirme politikasını ustalıkla sürdürüyor. Her gün yeni suçlar üretiliyor, yeni insanlar tutuklanıyor. Cezaevlerindeki IQ oranı arttı bile diyebiliriz! Şaka bir yana, Türkiye'yi ileri taşıyabilecek aydınlarımız yıpratıldı. Ekonominin yönetilememesi, adaletin sağlanamaması ve eşitlik ilkesinin yok sayılması, bir ülkenin en temel dinamiklerini yok eden faktörlerdir.

Peki, bu duruma nasıl gelindi? Adım adım… Kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, devleti hükümetle karıştıran, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıyla hareket eden bireyler sayesinde. En büyük tehlike, kötü bir noktaya gelmek değil; oraya yavaş yavaş gelmek ve bunu kanıksamak. Toplum, susturula susturula sesini çıkaramaz hale getirildi. En kötüsü de umutların halkın elinden alınmış olması…

30 Ocak 2025 Perşembe

İnsan ve Zaman: "Geçmiş, Şimdi ve Gelecek Arasında Sıkışan İnsan"



“Şimdiki zamanla geçmiş zaman / Olabilirdi olanla gerçekten olan / Tek sonuçta birleşir, süren bir şimdiki zaman.”
–Four Quartets’den

İnsan için zaman mefhumu olaylara göre gelişir. Çoğumuzun zamanın bir türlü geçmek bilmediği ve saniyeleri saydığımız zamanları olmuştur.

Ancak bazen de zamanın nasıl geçtiğini anlayamayız. Anılarımızın içinde kaybolurken bir bakmışız ki yıllar geçmiş, aynaya baktığımızda zamanın yüzümüzde bıraktığı izleri fark ederiz. Geçmiş, artık yalnızca hatıraların saklı olduğu bir alan haline gelirken, gelecek ise belirsizlik ve umut arasında şekillenir. Şimdi ise hem geçmişin bir sonucu hem de geleceğin başlangıcıdır.

İnsan, sürekli bir devinim içinde yaşar. Şimdiki zaman, geçmişin izleriyle şekillenir ve geleceğin tohumlarını atar. Ancak çoğu zaman geçmişin yüküyle yaşar, keşkeler içinde kaybolur veya geleceğin kaygısıyla şimdiyi ıskalar. Oysa şimdiki zaman, yaşanan tek gerçekliktir. Ne geçmiş değiştirilebilir ne de gelecek tam anlamıyla öngörülebilir. Ama insan zihni, bu iki zaman dilimi arasında gidip gelir ve anı yaşamakta zorlanır.

Zaman, insanın ona yüklediği anlamla değer kazanır. Aynı saat dilimi, kimi için uzun, kimi için kısa gelebilir. Bir mahkûm için zaman ağır aksak ilerlerken, sevdiğine kavuşmayı bekleyen biri için hızla akıp gider. Bu da zamanın mutlak bir kavram olmadığını, aksine insana göre şekillendiğini gösterir.

Geçmiş, anılarımız, deneyimlerimiz ve seçimlerimizle şekillenir. Kim olduğumuzu ve bugün nasıl yaşadığımızı belirler. Başarılarımız bize ilham verirken, hatalarımızdan ders çıkarırız. Ancak geçmişe takılı kalmak, şimdiki zamanı kaçırmamıza neden olabilir. Onu bir öğretmen olarak görmeli ve ileriye bakmalıyız.

Şimdiki zaman, sahip olduğumuz tek gerçek zamandır. Anda kalmak ve yaşananları tam anlamıyla hissetmek önemlidir. Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin kaygılarıyla oyalanmak yerine, şu anın sunduğu fırsatları değerlendirmek gerekir.

Gelecek, umutlarımızı ve hayallerimizi şekillendirdiğimiz bir alandır. Geleceğe yönelik hedeflerimiz, bizi motive eder ve gelişmemizi sağlar. Ancak belirsizliği karşısında kaygıya kapılmak yerine, onu şekillendirebileceğimiz bir fırsat olarak görmeliyiz. Şimdiki zamanda yaptığımız seçimlerin, geleceğimizi belirleyeceğini unutmamalıyız.

Zamanla dans etmeyi öğrenmeli, geçmişten ders almalı, şimdiki anı yaşamalı ve geleceğe umutla bakmalıyız. Zaman, insana verilen en kıymetli hediyelerden biridir ve onu en iyi şekilde değerlendirmek bizim elimizdedir.

29 Ocak 2025 Çarşamba

Yalnızlık ve Yaratıcılık: Sessizliğin İlhamı



Yalnızlık… Kulağa ürkütücü gelen ama içinde derin bir büyü barındıran bir kelime. Kimine göre bir lanet, kimine göre ise büyük bir lütuf. Yalnızlık, insanın en derin düşüncelerine dalmasına, en karanlık ve en parlak taraflarını keşfetmesine olanak tanır. Peki, yalnızlık gerçekten yaratıcı bir gücün kaynağı olabilir mi? Yoksa yalnızlık, insanı içine çeken ve tüketen bir girdap mıdır?

İnsanlığın en büyük sanatçılarının, bilim insanlarının ve filozoflarının yalnızlıkla iç içe bir hayat sürdüğünü biliyoruz. Van Gogh’un tablolarına, Nietzsche’nin satırlarına, Tesla’nın icatlarına baktığımızda, ortak bir nokta görüyoruz: Sessizlik ve yalnızlık. Çünkü yalnızlık, zihni gürültüden arındırır ve düşüncenin derinleşmesine olanak tanır.


Yalnızlık ve Yaratıcılığın Dansı

Yalnızlık, sanatsal ve bilimsel yaratıcılığın en büyük itici güçlerinden biridir. Isaac Newton’un yer çekimini keşfettiği an, Londra’daki veba salgını nedeniyle inzivaya çekildiği bir dönemdi. Beethoven, işitme duyusunu kaybettikten sonra en büyük senfonilerini besteledi. Kafka’nın en güçlü eserleri, izole bir hayatın içinde yazıldı.

Bu isimlerin ortak noktası neydi? Yalnızlık, onlar için bir kaçış değil, düşünceyi besleyen bir ortam haline gelmişti. Gürültülü kalabalıkların ve dış dünyanın dayatmalarından uzakta, kendi iç seslerini dinleyerek dünyaya iz bırakan eserler yarattılar.

Ama burada önemli bir ayrım yapmak gerek. Yalnızlık, bilinçli olarak seçildiğinde yaratıcılığı besler; ancak zorunlu bir yalnızlık, insanı çöküşe sürükleyebilir. Bir sanatçının, bir düşünürün ya da bir bilim insanının yalnızlığı, üretkenliğini artırırken; istem dışı yalnız bırakılan bir insan, içe kapanır ve zihni körelmeye başlar.


Modern Dünyada Yalnızlığın Değişen Yüzü

Günümüzde yalnızlık bambaşka bir form aldı. Sosyal medyanın ve dijital çağın içinde, insan en kalabalık anında bile yalnız hissedebiliyor. Yüzlerce takipçisi, binlerce beğenisi olan insanlar, derin bir boşluk içinde kayboluyor.

Öyleyse burada bir ironi var: Teknoloji insanları bir araya getirmek için var ama aynı zamanda onları daha da yalnızlaştırıyor. Sanal dünyada geçirilen saatler, insanın kendisiyle baş başa kalmasını engelliyor. Derin düşüncelere dalma, üretme ve yaratma süreci yerini hızlı tüketilen içeriklere bırakıyor.

Gerçek yalnızlık, bir ekranın önünde değil; düşüncelerle baş başa kalabilme cesaretinde saklıdır. Kendi iç dünyasına yolculuk yapabilen insan, gerçekten üretebilir, gerçekten düşünebilir ve kendini yeniden yaratabilir.


Peki, Yalnızlık Bir Gereklilik mi?

Bu sorunun kesin bir cevabı yok. Yalnızlık, herkes için farklı bir anlam taşır. Bazıları için yalnızlık, yeni fikirlerin filizlendiği bir bahçe iken, bazıları için karanlık bir bataklıktır.

Fakat şu bir gerçek ki, insanın kendisini gerçekten keşfetmesi için sessizliğe ihtiyacı vardır. Bir anlığına durup hiçbir şey yapmadan, sadece düşünmek… O an belki de içimizde keşfedilmeyi bekleyen bir sanat eseri, bir teori ya da bir fikir filizlenecektir.

Ve belki de en büyük yaratımlar, sessizliğin içinde doğacaktır.

28 Ocak 2025 Salı

Tek Kişilik Tiyatro “Unutulmak Korkusu”



Tek Perde

( Sahne düzeni: Kitaplık, masa, sandalye, kafa lambası: Karakter sandalyede otururken oyun başlar.)

Karakter: Dostoyevski’yi 14 yaşındayken okudum. Ondan sosyalizmi öğrendim ki öğrenmez olaydım. 15 yaşıma geldiğimde her ergen çocuk gibi polisiye okumaya başladım ama o her ergen çocuktan farkım polisiyedeki karakterlerin iç dünyalarını anlamaktı. 16 yaşıma geldiğimde edebiyatın kara deliğine kendimi çoktan atmıştım. Bu kara delik felsefeydi. Felsefe bana göre edebiyatın en sadist koludur. Eh bende  oyunun kuralları gereği bu kolu mazoşist kişiliğimle bütünleştirdim. Bu oyunu izlemeye geldiysen öncelikle şunu bilmelisin: Senin gibi, benim de zihnimde bitmek bilmeyen bir yankı var. Düşüncelerim, tıpkı seninkiler gibi bazen beni en derin korkularımla yüzleştiriyor, bazen de ufkumu genişletiyor. Unutulmaktan korkuyoruz, değil mi? Ama aynı zamanda anlam arıyoruz; bir iz bırakmayı, bir kelimede ya da bir satırda var olmayı. Yazmak benim için, tıpkı senin için de olduğu gibi, hem bir kaçış hem de bir karşı duruş. Her kelimede biraz daha kendimi buluyor, biraz daha kayboluyorum. Çünkü seninle aynıyım; bu dünyada iz bırakmak isteyen, ama aynı zamanda unutulmanın özgürlüğünden de korkan bir yolcuyum. Biz, var olmanın ağırlığını kelimelerde hafifleten insanlarız.

Karakter:(Masanın üzerindeki kitaplara bakarak iç geçirir ve seyirciye dönerek kalkar, kitapları göstererek): Bunlar mesela bunların yasaklanması lazım aslında, yazarlar kendi kafalarını rahatlatmak için yazıyorlar ama insanın kafasını karıştırıyorlar. Her bir kelime sanki 4 ton kadar. İki saattir, şu sözün hikmeti ne diye düşünüyorum, az kaldı kafam patlayacak. Dinleyin size de okuyayım. (Kitabı alır ve iç geçirerek sözü okur:) “Kişinin varlığının kanıtı ancak ölümüdür ölmek ise tam bir yok oluştur.” (Seyirciye dönerek:)  Bu sözü okuyunca aklıma ilk gelen ölümün ve ölmeğin farklı şeyler olduğu oldu. Ölüm tam bir yok oluş değil, ölüm geriye bir şeyler bırakır. Ama ölmek kesin karanlık, sadece çehrenin değil isminin de unutulması. Ne acı değil mi? Aslında bu yüzden bu söze kafayı sıyıracak kadar taktım. Çünkü, çünkü korkuyorum. Yüzümün, sesimin, adımın, adımın unutulmasından korkuyorum. Bu yüzden (Masaya yönelir ve birkaç kağıt alır ve seyirciye göstererek:) bunları yazıyorum. İsterseniz bu söz üzerine yazdığım bir tanesini okuyayım. (Heyecanla parmağını yalar ve kağıtları çevirir:) Aha buldum. Okuyorum, dikkatle dinleyin: (Boğazını temizler ve fon müzik girer (Erik Satie: Pieces Froides):)

Ölümün de üstünde olmak dileğim.

Hatırlanmak, çağlar boyunca.

Okuyarak ve yazarak bir terasta.

Ta ki olana dek.

Omuzlar üstünde bir tabutta.

Onca kez gittiğim merasimlerde.

Olacağım bu kez en önde, başrolde.

Arkamdan bir kez olsun diyecekler.

İyi adamdı diye.

(Fon müzik yavaşça sessizleşir.)

Karakter: Şiirlerim o kadar iyi değil biliyorum. Ama yine de yazıyorum. Bir ayağı çukurda ihtiyar bir adam gibi hala yarının hava durumunu soruyorum. O ihtiyar gibi bende biliyorum bu halde dışarıya hiçbir zaman çıkamayacağımı. Ama o ihtiyar gibi de ölmek istemiyorum, hiçbir şey yapmadan öylece. Ne kadar çok ama’m var değil mi? Suç bende değil ama benden öncekilerde kafam kadar büyük kitaplar yazanlarda. Evet, evet suç onlarda felsefeyi bulanlarda. O kadar refahın içinde eften püften şeylere kafa yormuşlar. İşsizler. Öbür tarafa gittiğim de, ki umarım öyle bir yer vardır. Hepsinin yakasına zebanilerden önce ben yapışacağım. Odunlarını zevkle ben taşıyacağım. Nietzsche’yi hepiniz biliyorsunuz kendisi üst-insan fikrinin mimarı. Hitlerin fikir babalarından sadece biri ama müthiş önemli çünkü küçük Adolf ileride öğrendiği bu fikir mimarileri ile katliyamlar yapacak. Şimdi diyeceksiniz ki o zamanki durum, insanın yorum kabiliyeti vesaire vesaire. Eh ne diyeyim sizde haklısınız. Aynı şey umarım bana da olmaz. Benim kendi varoluşumu kanıtlamak için yazdığım kelimeler kadar insan ölmez. İnsan olduğumu ve bir gün öleceğimi unuttuğum zamanlarda parklara pusu atarım. İnsanları görebileceğim bir banka kurulurum ve onları izlerim. Birbirlerine kimi zaman kindar kimi zaman da hayranlıkla bakmalarını. Bazen bir kediyi çok nadirde bir köpeği okşayışlarını seyrederim. Günlük yaşayan insanları anlamak zor gerçekten herkes onları basit insan kategorisine sokuyor ama öyle değil çünkü onlar insan değil birer makine olmuşlar. Ama onlarda haklı çünkü biliyorlar ki: boş kaldıkları vakit düşünmeye başlayacaklar ve kendilerine bir sürü iş çıkacak. Düşünmek, düşünmek, düşünmek..

(Karakter bir an susar, kitaplığa döner ve kitaplara tekrar bakar. Derin bir nefes alır ve bir kitap çeker.)

Karakter: Ama belki de yanılıyorumdur. Belki de onların suçu yoktur. Belki suç, bu kadar çok düşünmüş olmamdadır: Ölümü ve ölmeği. Belki de düşünmek ya da sorgulamak zararlı bir şey. (Kitabı elinde tutarak seyirciye döner.) Ne dersiniz? Fazla düşününce, sorgulayınca insana bir zararı dokunur mu? Benim dokundu. Bakın. (Kitabı masaya fırlatır ve ellerini seyirciye doğru açar.) Çılgın gibiyim! Ama ya bir dâhiyim ya da deli. Hangisi? Hangisi olmak daha iyi?

(Karakter sandalyeye oturur, sessizce bir kağıt alır ve yazar. Yazarak konuşmayı sürdürür.)

Karakter: Yazmak... Ne garip bir şey. Yazıyorsunuz, şu anınızı kâğıda hapsediyorsunuz. Ama sonra? O yazı ne olacak? Kimler okuyacak? (Bir an durur, seyirciye doğru bakar.) Ya hiç kimse okumazsa? Ya kıymetini bilen birileri çıkmazsa? O zaman yazdığım her şey de unutulacak, değil mi? O zaman önce düşünebilen bir nesil yapmak lazım. Hemen o pis zübüğe haber salınsın denilsin ki: Kendine evindeki altın varaklı aynada baksın ve tam tersi bir adam düşünsün hah işte o adamlardan yüzlercesini yapsın, hemen reformunu yapsın ve beni kendisi ne kadar alçaksa o kadar yüceltsin, işte reçete. Ama ya okuyup ta benim gibi olurlarsa? Yazdıklarım üzerine düşünmeye kalkarlarsa? Onların da hayatı benim gibi olursa? Hemen o pis zübüğe haber salın: Hünkarımız vazgeçti deyin. Bir tanede yüzüne şaplak atın. Ona bir gün unutulacağını hatırlatın, unutulmadan önce vereceği hesaplarla birlikte.

(Fon müzik tekrar yavaşça başlar (Jacob Gurevitsch – Lovers ın Paris (Full Album)). Karakter masadan kalkar, sahnenin ortasına doğru yürür.)

Karakter: Belki de unutulmak, her şeyden daha kötüdür. Ama ya şu? Belki de unutulmak, en büyük özgürlüktür. Nietzsche unutulmayı, insanın kendi geçmişini ve dolayısıyla kimliğini aşma ve yeniden yaratma imkanı olarak görür. Unutmayı, yeni bir başlangıç yapmanın ve kendisini sürekli olarak yeniden tanımlamanın bir yolu olarak değerlendirir. Yani unutulmayı yeniden doğuş için ödenmesi gereken bir bedel olarak görür. Ama ben daha çok Heidegger’in tarafındayım. Heidegger insanın, varoluşunu sorgulayan ve anlam arayan bir varlık olduğunu. Unutulmanın, insanın kendi varoluşunu unutması ve sıradanlaşması anlamına geldiğini söyler. Hiçbir geçmiş bağın yükünü taşımadan yaşamak... Tüm hataların, yargıların ve eksikliklerin silinmesi... Peki, insanın kimliğini oluşturan, tam da bu hatalar ve yargılar değil midir? Bir nehir gibi, her taşıdığı tortuyla kendini yaratan bir varlık değil midir insan? Unutulmak, bir kurtuluş mudur gerçekten? Yoksa bir ceza mı? Hiç kimsenin gözünde var olmamak... Rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi yere düşmek ve çürümek. Peki, rüzgar hangi ağacın yaprağını savurduğunu hatırlar mı? Hatırlamasa bile, o yaprak toprağın bir parçası olup başka bir yaşamı beslemez mi? Ama hayır, ben unutulmak istemiyorum. Çünkü unutulmak,  var olmamak demek. Var olmak, sesini bir kez olsun duyurmak demektir. Yıldızların altında bir yerde, bir hatırada kalmak..Torunlarımın ellerindeki bir kitapta, bir mektupta, bir şiirde ya da bir kelimenin içinde yaşamak. Bazen düşünüyorum: Eğer bir gün, ismim bir yıldız gibi gökyüzüne yazılsaydı, bu gerçekten bir iz bırakmak olur muydu? Yıldızlar milyonlarca yıl parıldıyor, ama kimse onların hikayesini bilmiyor. İnsanın hatırlanma arzusu, yıldızların sessiz ama sürekli olan varlığına karşı koyduğu bir savaş mı? Sana soruyorum, eğer sen bir gün tamamen unutulacaksan, yaptığın şeyler neden önemli? Ve eğer önemliyse, o önem nereden geliyor? Kendi içinden mi, başkalarının sana verdiği anlamdan mı? İşte bu yüzden, ben kendimi yalnızca yazdıklarımda ve söylediklerimde değil, başkalarının gözünde görmek istiyorum. Çünkü insan, yalnızca kendine değil, başkalarının onu nasıl gördüğüne de ihtiyaç duyar. Belki de sonunda, yıldızların sessizliğine karışacağım. Ama o zamana kadar, her kelimemle o sessizliğe bir yankı bırakacağım. Her kelime bir yankı... Her yankı bir hatıra. Ve her hatıra, sonsuzluğun içinde bir varlık.

 

(Karakter tekrar masaya oturur, kağıtları karıştırır ve bir tane daha şiir bulur. Heyecanla seyirciye okur.)

Karakter:

Belki de yıldızlar söner bir gün,
Gökyüzü karanlık, sessiz bir dün.
Ama izler kalır, bakıldığında,
Hafızalarda ve hatıralarda.

Unutulmak bir kurtuluş mudur?
Yoksa karanlık bir son mudur?
Kâğıttaki dünyaya kazınır isim,
Yıldızlar susar, kalır sesin.

Her kelime bir yankı, her iz bir yaşam,
Hatıralarda saklı kalan bir anlam.

 (Fon müzik yavaşça biter. Ve sahne devam eder.)

Hayat bir şiir gibi okunur. Ne kadar ahenk o kadar iyidir. Hatta bazen tanrının bizleri yaratma sebebinin bu olduğunu düşünürüm. Bizler eleştirebileceği ve çoğu zamanda yerebilmek için okuduğu kitaplarız aslında. Muhtemelen beni okumaktan sıkılırdı. Ha yanlış anlamayın tanrıya bir kastım yok aksine onu çok seviyorum. Bana göre o baş yazar mükemmel bir senarist, bunun kanıtı yaşadığımız hayatlar. Dram mı? En alasından. Mutluluk mu? En güzelinden. Ama olması gerektiği gibi herkeste aynı değil. Zaten öyle olsaydı en önce ben karşı çıkardım. Çünkü insanlar bir şeyin ne kadar değerli olduğunu zıttı ile karşılaşınca anlıyor. Zıttı olmayan bir şey bu dünyada fazla tutunamaz. Böyle düşünemeyecek kadar kibirli olduğum zamanlarda aptal insanlara çok kızardım sonra fark ettim ki onlar olmasaydı benim bir değerim kalmayacaktı. Kötü şeylerin az da olsa çıkarıma hizmet etmelerine bayılıyorum. Peki benim yazılarımdaki dünya?

(Fon müzik yavaşça yükselir. Karakter oturduğu yerden kalkar ve masaya yaklaşır. Derin bir nefes alır, ardından seyirciye bakar.)

Karakter: Kâğıttaki o dünya... Hepimiz için bir sığınak olabilir mi? Bir kâğıda kazınmış düşünceler, duygular... Onlar bizi hatırlatabilir ya da anlatabilir mi? Bizi yaşatabilir mi? Yoksa yalnızca bir iz, simetrik lekeler ve bir gölge mi kalır geriye? Ne olursa olsun, yazmak yaşamaktır. Yazmak, kendini bir daha doğurmak gibidir. Her kelimede yeniden var olmak...  Ama bu sefer kendi isteğinle var olmak ve hayıtını gönlünce yaşamak. İşte bu yüzden yazıyorum. Ama mesele yazmak değil mesele kim için yazdığın, bir sürü yazarla tanıştım ve pek çoğunun halklarını eğitmek amacıyla kalemini oynattığını gördüm. Ne kadar rezil bir düşünce değil mi? Kendi halkını aptal yerine koyan biri ne kadar kalıcı olabilir? Zübük hariç tabii.

(Tekrar masaya oturur ve bir kağıdı masadan alır ve yazarak konuşmaya devam eder. Fon müzik tekrar yükselir.)

Karakter: Her bir satır, beni burada tutuyor. Belki bir gün birileri okur ve beni anlamaya çalışır. Belki o gün...

(Bir an durur ve gülümser. Ardından sesini yükselterek konuşur.)

Karakter: Belki de beni okuyan sen olacaksın! Evet, sen! Şimdi burada oturmuş beni izliyorsun. Benimle konuşuyorsun, benimle tartışıyorsun. İşte bu an, bizi ölümsüz yapıyor. Yazmak değil, anlamak asıl mucize. Evet anlamak.

(Sahnede bir süre sessizlik olur. Fon müzik kesilir. Karakter sahnenin ortasına gelir ve ellerini yana açar.)

Karakter: Unutulmak korkusundan kurtulmak için yazıyorum. Ama asıl mesele şu: Eğer gerçekten hatırlanmak istiyorsak, insanlara bir anlam bırakmalıyız. O anlam, yazdıklarımızda, söylediklerimizde ve en önemlisi yaptıklarımızda saklıdır. Hepimiz bir gün yok olacağız, ama o anlam... O anlam asla kaybolmayacak.

(Karakter, seyirciye son bir bakış atar ve sahne kararır.)

(Sahne kapanış fon müziği: Ludovico Einaudi - Nuvole Bianche.)

                                                                              -SON-

27 Ocak 2025 Pazartesi

Ölüm ve Ölmek



“Senden önce biz hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi, sen öleceksin de, senin ölümünü dört gözle bekleyen o inkârcılar dünyada ebedî mi kalacaklar?”   Enbiya/34.

Ölüm ve ölmek sözcüklerine farklı anlamlar yüklenmelidir. Ölüm geride bir şeyler bırakır. Ama ölmek unutulmaktır. İnsan da aslında en çok bundan korkar. Unutulmak. Geriye seni hatırlayacak bir varisin bile kalmaması… Ne acı değil mi? Şu günde dahi insan ölümsüzlük arayışı içinde oradan oraya sürükleniyor. Bu pek tabii insanın acizliğindendir. İnsanoğlunun sadece belli bir azınlığı ileriki nesillerin aklında kalmayı başarır. Bu başarı da çoğu zaman ağızda tanen bir tatla yüz ekşitir. Çoğunluk ise bu tattan mahrum kalır. Bunun sonucun da kolaya kaçılır ve ölümsüzlük arzulanır. Ebediyete kafayı takan insana ölüm hediyedir aslında. İnsanın geride bıraktığı bu dünyaya kalıcı eserler verme azmini tetikler. Ama bu çabalar bile boşadır çünkü zaman her şeyi siler. Ölümsüzlük arayışı insanlık tarihinde çok eskilere dayanır. Örneğin Sümerlerin efsanevi kralı Gılgamış'ın hayatını ele alalım: Gılgamış kudretli yarı tanrı bir kraldır. Halkına karşı da bir o kadar zalimdir. Halkı onu tanrılara şikayet eder. Tanrılar bunun üzerine Gılgamış’a denge olsun diye vahşi ama güçlü bir adam olan Enkidu’yu yaratır. Enkidu ve Gılgamış başta düşman gibi görünse de sonra sıkı dost olurlar ve bu dostluk Gılgamışın davranışlarını törpüler. Zaman geçer ve bu iki dost tanrıları kızdırır. Bunun küzerine öfkeli tanrılar Enkidu’yu ölümle cezalandırır. Enkidu’nun ölümü Gılgamış’ı derin bir kedere ve ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşmesine sebep olur. Gılgamış artık kendi ölümünden korkar olur ve tanrıların nasıl ölümsüz olduğunu bulmaya çalışır. Ancak Gılgamış başarılı olamaz ve bir kez daha ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşir. Destanın ana fikri ölümden korkmak yerine hayatı bize verilen ve her an alınabilecek bir hediye gibi kabul edip onu değerlendirmek olduğudur. Evet ölüm de yaşam gibi bir hediyedir bununla ilgili örnekler çoğaltılabilir. Bu çerçevede  Heidegger gibi değerli filozofların düşüncelerine de yer vermek gerekir. Heidegger der ki: ”Ölüm, insanın kendi varlığını anlaması için sürekli bir çağrıdır.” İşte zaman bu noktada önemini artırır. Ölümün varlığı insanı geliştirir. İnsana düşünmesi ve kendini geliştirmesi için bir sebep sunar. Bu sebep tabii ki ölümdür. Jean-Paul Sartre ne kadar güzel özetlemiş: "Ölüm, yaşamı biçimlendiren nihai sınırdır;” İnsanoğlu bu sınırı ne kadar aşmaya çalışırsa o kadar gelişir. Ve işte olay tam da burada başlar insanlığı kamçılayan onları düşünmeye, araştırmaya ve de geliştirmeye sevk eden yegane korku “Ölüm” dür. Antik Mısırdaki ölümsüzlük arayışının tıp bilimine katkıları, simyacıların felsefe taşı arayışları sonucunda kimyanın ortaya çıkışı, Hinduizm deki temel ölüm inanışı olan reenkarnasyonun ruh sağlığı ve etik felsefeye katkıları, rönesans dönemi sanattaki ölümsüzlük ve insan anatomisine katkıları, İslam dünyası ve ahret inancının felsefeye katkıları, yunan mitlerinin felsefi olayları desteklemesi, modern bilim, modern psikoloji ve son olarak yapay zeka. İşte bütün bu başlıkların oluşmasındaki temel neden ‘Ölümsüzlük’ tür. Ölümden bu kadar söz etmiş olmam canınızı biraz sıkmış olabilir ama temel noktayı kaçırmamalıyız işin felsefesine inmeli ve ölümün yani sonun bilinciyle hareket etmeliyiz. Tam da Nietzsche’ nin dediği gibi: "Ölüm, hayatın nihai amacı değildir; hayatın her anı, ölümün gölgesinde bir diriliş fırsatıdır." Biz insanlar olarak bu fırsatlara gözlerimizi kapamadık ve yolculuğumuza devam ettik bizi geliştiren ölümün varlığına minnetle yaklaştık ve onu bir öğretmen olarak algıladık. İşte gelişimimizi tamamladık. Ölüm duygusunu ölümsüzlükle pekiştirdik ve hayatımızı her dalda kolaylaştırdık. Bu temel pekiştirme bizi ‘İnsan’ yaptı. Ölüm psikolojisi bizi diri tuttu. Bu dirilik yaratıcılığımızı etkiledi ve insan bir birey olarak düşündü, tartıştı. Şu güne kadar insanlar kendi halklarını yaşatma çabasıyla o kadar çok icat yaptı ki bugün bile bu icatların çoğuna günlük yaşamımızda rastlamak mümkündür. Hayatta kalma dürtüsü biz insanlara bahşedilen en müthiş hediyedir. Bu dürtüyle yaşadığımız yeri, dünyayı değiştirdik ve geliştirdik. Peki insanlık ölüm ve ölüm bilinciyle nasıl başa çıktı? İlk olarak dini ve spiritüel inançlar bu sistemlerde genellikle ölümün bir son olmadığı aksine bir başlangıç olduğu betimlenir. Örnek olarak islamda ve birçok dinde de karşımıza çıkan ahret, cennet/cehennem inancı önümüze çıkar. Şamanizm gibi toplum dinlerinde ise ölüler anılır ve bu anma ile ölüler dünyası ile temasa geçilmiş olunur. İkinci olarak da felsefi yaklaşımlardan söz edilebilir. Örneğin ölümün anlamı üzerine yapılan felsefi tartışmalar aynı zamanda bireysel varoluşun anlamını sorgulama imkanını da bize sağlamıştır. Metin de de bahsettiğim gibi Heidegger ve Sartre gibi filozoflar, ölümün insanın varoluşunu anlamlandırmada bir çağrı olduğunu ve ölüm bilincinin insanı daha derin düşünmeye sevk ettiğini savunur. Buna Epikür’ ün ölüm hakkındaki görüşlerini de eklemeliyiz. Epikür, ölümün bize zarar veremeyeceğini çünkü ölümün bizim için var olmadığını ve sadece bir ‘yokluk’ olduğunu belirtir. Bu düşünce ölüm korkusunun azaltılmasına yardımcı olabilir. Üçüncü olarak kültürel ve sanatsal bağlantılar ele alınabilir. Tabii ki “Hamlet” ten bahstmemek olmaz. Shakespeare’in “Hamlet” gibi eserlerinde ölümün kaçınılmazlığı ve yaşamın anlamı sorgulanır. İnsanları ölümle yüzleşmeye ve hayatlarını daha anlamlı daha doğru yaşamaya sevk eder. Keza mimari ve heykelcilikte hemen hemen aynı işlevdedir. Toplum hafızasını diri tutar. Örnek olarak Çanakkale Şehitleri Anıtı verilebilir. Dördüncü madde de ise psikoloji ve bilim vardır. Psikolojik teknikler insanın ölümle yüzleşmesi konusunda etkili bir tutum olabilir. Modern bilim ve teknolojide ise durum biraz farklı olarak etik ve pratikte sorunlar oluşturur. Örnek olarak insanların klonlanması veya genetik değişiklikler verilebilir. Son olarak kendi kültürel ve bireysel deneyimlerimizi ele alabiliriz. Ölümle başa çıkmada farkındalıklarımızı keşfederek içinde bulunduğumuz topluma ve toplum kültürüne iyi veya kötü –ki bu önemsizdir- katkı sağlar. Bu katkılarla birey ve sonuç olarak toplum kendi farkındalık anlayışını geliştirir. Bütün bu anlatımlarım sonucunda insanın bir birey olarak eskiden beri süregelen ölümsüzlük arayışının kendi öz bilincini ve yaşamı kendi isteği üzerine yontmasını sağlamış ve yine bunun sonucun da insan ölüm konusundaki fikri ve vicdani duygularını sağlamlaştırmak için yeni düşünce sistemleri icat etmiş ve bu sistemleri zaman içinde geliştirerek ona verilen ölüm hediyesini iyi veya kötü kullanmıştır. Bu insanlığın manivela etkisidir.

Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...