Tek Perde
(
Sahne düzeni: Kitaplık, masa, sandalye, kafa lambası: Karakter sandalyede
otururken oyun başlar.)
Karakter:
Dostoyevski’yi 14 yaşındayken okudum. Ondan sosyalizmi öğrendim ki öğrenmez
olaydım. 15 yaşıma geldiğimde her ergen çocuk gibi polisiye okumaya başladım
ama o her ergen çocuktan farkım polisiyedeki karakterlerin iç dünyalarını
anlamaktı. 16 yaşıma geldiğimde edebiyatın kara deliğine kendimi çoktan
atmıştım. Bu kara delik felsefeydi. Felsefe bana göre edebiyatın en sadist
koludur. Eh bende oyunun kuralları
gereği bu kolu mazoşist kişiliğimle bütünleştirdim. Bu oyunu izlemeye geldiysen
öncelikle şunu bilmelisin: Senin gibi, benim de zihnimde bitmek bilmeyen bir
yankı var. Düşüncelerim, tıpkı seninkiler gibi bazen beni en derin korkularımla
yüzleştiriyor, bazen de ufkumu genişletiyor. Unutulmaktan korkuyoruz, değil mi?
Ama aynı zamanda anlam arıyoruz; bir iz bırakmayı, bir kelimede ya da bir
satırda var olmayı. Yazmak benim için, tıpkı senin için de olduğu gibi, hem bir
kaçış hem de bir karşı duruş. Her kelimede biraz daha kendimi buluyor, biraz
daha kayboluyorum. Çünkü seninle aynıyım; bu dünyada iz bırakmak isteyen, ama
aynı zamanda unutulmanın özgürlüğünden de korkan bir yolcuyum. Biz, var olmanın
ağırlığını kelimelerde hafifleten insanlarız.
Karakter:(Masanın
üzerindeki kitaplara bakarak iç geçirir ve seyirciye dönerek kalkar, kitapları
göstererek): Bunlar mesela bunların yasaklanması
lazım aslında, yazarlar kendi kafalarını rahatlatmak için yazıyorlar ama insanın
kafasını karıştırıyorlar. Her bir kelime sanki 4 ton kadar. İki saattir, şu
sözün hikmeti ne diye düşünüyorum, az kaldı kafam patlayacak. Dinleyin size de
okuyayım. (Kitabı alır ve iç geçirerek
sözü okur:) “Kişinin varlığının kanıtı ancak ölümüdür ölmek ise tam bir yok
oluştur.” (Seyirciye dönerek:) Bu sözü okuyunca aklıma ilk gelen ölümün
ve ölmeğin farklı şeyler olduğu oldu. Ölüm tam bir yok oluş değil, ölüm geriye
bir şeyler bırakır. Ama ölmek kesin karanlık, sadece çehrenin değil isminin de
unutulması. Ne acı değil mi? Aslında bu yüzden bu söze kafayı sıyıracak kadar
taktım. Çünkü, çünkü korkuyorum. Yüzümün, sesimin, adımın, adımın unutulmasından
korkuyorum. Bu yüzden (Masaya yönelir ve
birkaç kağıt alır ve seyirciye göstererek:) bunları yazıyorum. İsterseniz
bu söz üzerine yazdığım bir tanesini okuyayım. (Heyecanla parmağını yalar ve kağıtları çevirir:) Aha buldum.
Okuyorum, dikkatle dinleyin: (Boğazını
temizler ve fon müzik girer (Erik Satie: Pieces Froides):)
Ölümün de üstünde olmak
dileğim.
Hatırlanmak, çağlar
boyunca.
Okuyarak ve yazarak bir
terasta.
Ta ki olana dek.
Omuzlar üstünde bir
tabutta.
Onca kez gittiğim
merasimlerde.
Olacağım bu kez en önde,
başrolde.
Arkamdan bir kez olsun
diyecekler.
İyi adamdı diye.
(Fon
müzik yavaşça sessizleşir.)
Karakter:
Şiirlerim
o kadar iyi değil biliyorum. Ama yine de yazıyorum. Bir ayağı çukurda ihtiyar
bir adam gibi hala yarının hava durumunu soruyorum. O ihtiyar gibi bende
biliyorum bu halde dışarıya hiçbir zaman çıkamayacağımı. Ama o ihtiyar gibi de
ölmek istemiyorum, hiçbir şey yapmadan öylece. Ne kadar çok ama’m var değil mi?
Suç bende değil ama benden öncekilerde kafam kadar büyük kitaplar yazanlarda.
Evet, evet suç onlarda felsefeyi bulanlarda. O kadar refahın içinde eften
püften şeylere kafa yormuşlar. İşsizler. Öbür tarafa gittiğim de, ki umarım
öyle bir yer vardır. Hepsinin yakasına zebanilerden önce ben yapışacağım. Odunlarını
zevkle ben taşıyacağım. Nietzsche’yi hepiniz biliyorsunuz kendisi üst-insan
fikrinin mimarı. Hitlerin fikir babalarından sadece biri ama müthiş önemli
çünkü küçük Adolf ileride öğrendiği bu fikir mimarileri ile katliyamlar
yapacak. Şimdi diyeceksiniz ki o zamanki durum, insanın yorum kabiliyeti
vesaire vesaire. Eh ne diyeyim sizde haklısınız. Aynı şey umarım bana da olmaz.
Benim kendi varoluşumu kanıtlamak için yazdığım kelimeler kadar insan ölmez.
İnsan olduğumu ve bir gün öleceğimi unuttuğum zamanlarda parklara pusu atarım.
İnsanları görebileceğim bir banka kurulurum ve onları izlerim. Birbirlerine
kimi zaman kindar kimi zaman da hayranlıkla bakmalarını. Bazen bir kediyi çok
nadirde bir köpeği okşayışlarını seyrederim. Günlük yaşayan insanları anlamak
zor gerçekten herkes onları basit insan kategorisine sokuyor ama öyle değil
çünkü onlar insan değil birer makine olmuşlar. Ama onlarda haklı çünkü
biliyorlar ki: boş kaldıkları vakit düşünmeye başlayacaklar ve kendilerine bir sürü
iş çıkacak. Düşünmek, düşünmek, düşünmek..
(Karakter
bir an susar, kitaplığa döner ve kitaplara tekrar bakar. Derin bir nefes alır
ve bir kitap çeker.)
Karakter:
Ama belki de yanılıyorumdur. Belki de onların suçu yoktur. Belki suç, bu kadar çok
düşünmüş olmamdadır: Ölümü ve ölmeği. Belki de düşünmek ya da sorgulamak zararlı
bir şey. (Kitabı elinde tutarak
seyirciye döner.) Ne dersiniz? Fazla düşününce, sorgulayınca insana bir
zararı dokunur mu? Benim dokundu. Bakın. (Kitabı
masaya fırlatır ve ellerini seyirciye doğru açar.) Çılgın gibiyim! Ama ya
bir dâhiyim ya da deli. Hangisi? Hangisi olmak daha iyi?
(Karakter
sandalyeye oturur, sessizce bir kağıt alır ve yazar. Yazarak konuşmayı
sürdürür.)
Karakter:
Yazmak... Ne garip bir şey. Yazıyorsunuz, şu anınızı kâğıda hapsediyorsunuz.
Ama sonra? O yazı ne olacak? Kimler okuyacak? (Bir an durur, seyirciye doğru bakar.) Ya hiç kimse okumazsa? Ya
kıymetini bilen birileri çıkmazsa? O zaman yazdığım her şey de unutulacak,
değil mi? O zaman önce düşünebilen bir nesil yapmak lazım. Hemen o pis zübüğe
haber salınsın denilsin ki: Kendine evindeki altın varaklı aynada baksın ve tam
tersi bir adam düşünsün hah işte o adamlardan yüzlercesini yapsın, hemen
reformunu yapsın ve beni kendisi ne kadar alçaksa o kadar yüceltsin, işte
reçete. Ama ya okuyup ta benim gibi olurlarsa? Yazdıklarım üzerine düşünmeye
kalkarlarsa? Onların da hayatı benim gibi olursa? Hemen o pis zübüğe haber
salın: Hünkarımız vazgeçti deyin. Bir tanede yüzüne şaplak atın. Ona bir gün
unutulacağını hatırlatın, unutulmadan önce vereceği hesaplarla birlikte.
(Fon müzik
tekrar yavaşça başlar (Jacob Gurevitsch – Lovers ın Paris (Full Album)).
Karakter masadan kalkar, sahnenin ortasına doğru yürür.)
Karakter:
Belki de unutulmak, her şeyden daha kötüdür. Ama ya şu? Belki de unutulmak, en
büyük özgürlüktür. Nietzsche unutulmayı, insanın kendi geçmişini ve
dolayısıyla kimliğini aşma ve yeniden yaratma imkanı olarak görür. Unutmayı,
yeni bir başlangıç yapmanın ve kendisini sürekli olarak yeniden tanımlamanın
bir yolu olarak değerlendirir. Yani unutulmayı yeniden doğuş için ödenmesi
gereken bir bedel olarak görür. Ama ben daha çok Heidegger’in tarafındayım.
Heidegger insanın, varoluşunu sorgulayan ve anlam arayan bir varlık olduğunu.
Unutulmanın, insanın kendi varoluşunu unutması ve sıradanlaşması anlamına
geldiğini söyler. Hiçbir geçmiş bağın yükünü taşımadan yaşamak... Tüm
hataların, yargıların ve eksikliklerin silinmesi... Peki, insanın kimliğini
oluşturan, tam da bu hatalar ve yargılar değil midir? Bir nehir gibi, her
taşıdığı tortuyla kendini yaratan bir varlık değil midir insan? Unutulmak, bir
kurtuluş mudur gerçekten? Yoksa bir ceza mı? Hiç kimsenin gözünde var
olmamak... Rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi yere düşmek ve çürümek. Peki,
rüzgar hangi ağacın yaprağını savurduğunu hatırlar mı? Hatırlamasa bile, o
yaprak toprağın bir parçası olup başka bir yaşamı beslemez mi? Ama hayır, ben
unutulmak istemiyorum. Çünkü unutulmak,
var olmamak demek. Var olmak, sesini bir kez olsun duyurmak demektir.
Yıldızların altında bir yerde, bir hatırada kalmak..Torunlarımın ellerindeki
bir kitapta, bir mektupta, bir şiirde ya da bir kelimenin içinde yaşamak. Bazen
düşünüyorum: Eğer bir gün, ismim bir yıldız gibi gökyüzüne yazılsaydı, bu
gerçekten bir iz bırakmak olur muydu? Yıldızlar milyonlarca yıl parıldıyor, ama
kimse onların hikayesini bilmiyor. İnsanın hatırlanma arzusu, yıldızların
sessiz ama sürekli olan varlığına karşı koyduğu bir savaş mı? Sana soruyorum,
eğer sen bir gün tamamen unutulacaksan, yaptığın şeyler neden önemli? Ve eğer
önemliyse, o önem nereden geliyor? Kendi içinden mi, başkalarının sana verdiği
anlamdan mı? İşte bu yüzden, ben kendimi yalnızca yazdıklarımda ve
söylediklerimde değil, başkalarının gözünde görmek istiyorum. Çünkü insan,
yalnızca kendine değil, başkalarının onu nasıl gördüğüne de ihtiyaç duyar. Belki
de sonunda, yıldızların sessizliğine karışacağım. Ama o zamana kadar, her
kelimemle o sessizliğe bir yankı bırakacağım. Her kelime bir yankı... Her yankı
bir hatıra. Ve her hatıra, sonsuzluğun içinde bir varlık.
(Karakter
tekrar masaya oturur, kağıtları karıştırır ve bir tane daha şiir bulur.
Heyecanla seyirciye okur.)
Karakter:
Belki de yıldızlar söner bir gün,
Gökyüzü karanlık, sessiz bir dün.
Ama izler kalır, bakıldığında,
Hafızalarda ve hatıralarda.
Unutulmak bir kurtuluş mudur?
Yoksa karanlık bir son mudur?
Kâğıttaki dünyaya kazınır isim,
Yıldızlar susar, kalır sesin.
Her kelime bir yankı, her iz bir yaşam,
Hatıralarda saklı kalan bir anlam.
(Fon müzik yavaşça biter. Ve sahne devam
eder.)
Hayat bir şiir gibi okunur. Ne kadar ahenk o kadar
iyidir. Hatta bazen tanrının bizleri yaratma sebebinin bu olduğunu düşünürüm.
Bizler eleştirebileceği ve çoğu zamanda yerebilmek için okuduğu kitaplarız
aslında. Muhtemelen beni okumaktan sıkılırdı. Ha yanlış anlamayın tanrıya bir
kastım yok aksine onu çok seviyorum. Bana göre o baş yazar mükemmel bir
senarist, bunun kanıtı yaşadığımız hayatlar. Dram mı? En alasından. Mutluluk
mu? En güzelinden. Ama olması gerektiği gibi herkeste aynı değil. Zaten öyle
olsaydı en önce ben karşı çıkardım. Çünkü insanlar bir şeyin ne kadar değerli
olduğunu zıttı ile karşılaşınca anlıyor. Zıttı olmayan bir şey bu dünyada fazla
tutunamaz. Böyle düşünemeyecek kadar kibirli olduğum zamanlarda aptal insanlara
çok kızardım sonra fark ettim ki onlar olmasaydı benim bir değerim
kalmayacaktı. Kötü şeylerin az da olsa çıkarıma hizmet etmelerine bayılıyorum. Peki
benim yazılarımdaki dünya?
(Fon müzik
yavaşça yükselir. Karakter oturduğu yerden kalkar ve masaya yaklaşır. Derin bir
nefes alır, ardından seyirciye bakar.)
Karakter:
Kâğıttaki o dünya... Hepimiz için bir sığınak olabilir mi? Bir kâğıda kazınmış
düşünceler, duygular... Onlar bizi hatırlatabilir ya da anlatabilir mi? Bizi
yaşatabilir mi? Yoksa yalnızca bir iz, simetrik lekeler ve bir gölge mi kalır
geriye? Ne olursa olsun, yazmak yaşamaktır. Yazmak, kendini bir daha doğurmak
gibidir. Her kelimede yeniden var olmak...
Ama bu sefer kendi isteğinle var olmak ve hayıtını gönlünce yaşamak. İşte
bu yüzden yazıyorum. Ama mesele yazmak değil mesele kim için yazdığın, bir sürü
yazarla tanıştım ve pek çoğunun halklarını eğitmek amacıyla kalemini
oynattığını gördüm. Ne kadar rezil bir düşünce değil mi? Kendi halkını aptal
yerine koyan biri ne kadar kalıcı olabilir? Zübük hariç tabii.
(Tekrar
masaya oturur ve bir kağıdı masadan alır ve yazarak konuşmaya devam eder. Fon
müzik tekrar yükselir.)
Karakter:
Her bir satır, beni burada tutuyor. Belki bir gün birileri okur ve beni
anlamaya çalışır. Belki o gün...
(Bir an
durur ve gülümser. Ardından sesini yükselterek konuşur.)
Karakter:
Belki de beni okuyan sen olacaksın! Evet, sen! Şimdi burada oturmuş beni
izliyorsun. Benimle konuşuyorsun, benimle tartışıyorsun. İşte bu an, bizi
ölümsüz yapıyor. Yazmak değil, anlamak asıl mucize. Evet anlamak.
(Sahnede bir
süre sessizlik olur. Fon müzik kesilir. Karakter sahnenin ortasına gelir ve
ellerini yana açar.)
Karakter:
Unutulmak korkusundan kurtulmak için yazıyorum. Ama asıl mesele şu: Eğer
gerçekten hatırlanmak istiyorsak, insanlara bir anlam bırakmalıyız. O anlam,
yazdıklarımızda, söylediklerimizde ve en önemlisi yaptıklarımızda saklıdır.
Hepimiz bir gün yok olacağız, ama o anlam... O anlam asla kaybolmayacak.
(Karakter,
seyirciye son bir bakış atar ve sahne kararır.)
(Sahne
kapanış fon müziği: Ludovico Einaudi - Nuvole Bianche.)
-SON-