28 Ocak 2025 Salı

Tek Kişilik Tiyatro “Unutulmak Korkusu”



Tek Perde

( Sahne düzeni: Kitaplık, masa, sandalye, kafa lambası: Karakter sandalyede otururken oyun başlar.)

Karakter: Dostoyevski’yi 14 yaşındayken okudum. Ondan sosyalizmi öğrendim ki öğrenmez olaydım. 15 yaşıma geldiğimde her ergen çocuk gibi polisiye okumaya başladım ama o her ergen çocuktan farkım polisiyedeki karakterlerin iç dünyalarını anlamaktı. 16 yaşıma geldiğimde edebiyatın kara deliğine kendimi çoktan atmıştım. Bu kara delik felsefeydi. Felsefe bana göre edebiyatın en sadist koludur. Eh bende  oyunun kuralları gereği bu kolu mazoşist kişiliğimle bütünleştirdim. Bu oyunu izlemeye geldiysen öncelikle şunu bilmelisin: Senin gibi, benim de zihnimde bitmek bilmeyen bir yankı var. Düşüncelerim, tıpkı seninkiler gibi bazen beni en derin korkularımla yüzleştiriyor, bazen de ufkumu genişletiyor. Unutulmaktan korkuyoruz, değil mi? Ama aynı zamanda anlam arıyoruz; bir iz bırakmayı, bir kelimede ya da bir satırda var olmayı. Yazmak benim için, tıpkı senin için de olduğu gibi, hem bir kaçış hem de bir karşı duruş. Her kelimede biraz daha kendimi buluyor, biraz daha kayboluyorum. Çünkü seninle aynıyım; bu dünyada iz bırakmak isteyen, ama aynı zamanda unutulmanın özgürlüğünden de korkan bir yolcuyum. Biz, var olmanın ağırlığını kelimelerde hafifleten insanlarız.

Karakter:(Masanın üzerindeki kitaplara bakarak iç geçirir ve seyirciye dönerek kalkar, kitapları göstererek): Bunlar mesela bunların yasaklanması lazım aslında, yazarlar kendi kafalarını rahatlatmak için yazıyorlar ama insanın kafasını karıştırıyorlar. Her bir kelime sanki 4 ton kadar. İki saattir, şu sözün hikmeti ne diye düşünüyorum, az kaldı kafam patlayacak. Dinleyin size de okuyayım. (Kitabı alır ve iç geçirerek sözü okur:) “Kişinin varlığının kanıtı ancak ölümüdür ölmek ise tam bir yok oluştur.” (Seyirciye dönerek:)  Bu sözü okuyunca aklıma ilk gelen ölümün ve ölmeğin farklı şeyler olduğu oldu. Ölüm tam bir yok oluş değil, ölüm geriye bir şeyler bırakır. Ama ölmek kesin karanlık, sadece çehrenin değil isminin de unutulması. Ne acı değil mi? Aslında bu yüzden bu söze kafayı sıyıracak kadar taktım. Çünkü, çünkü korkuyorum. Yüzümün, sesimin, adımın, adımın unutulmasından korkuyorum. Bu yüzden (Masaya yönelir ve birkaç kağıt alır ve seyirciye göstererek:) bunları yazıyorum. İsterseniz bu söz üzerine yazdığım bir tanesini okuyayım. (Heyecanla parmağını yalar ve kağıtları çevirir:) Aha buldum. Okuyorum, dikkatle dinleyin: (Boğazını temizler ve fon müzik girer (Erik Satie: Pieces Froides):)

Ölümün de üstünde olmak dileğim.

Hatırlanmak, çağlar boyunca.

Okuyarak ve yazarak bir terasta.

Ta ki olana dek.

Omuzlar üstünde bir tabutta.

Onca kez gittiğim merasimlerde.

Olacağım bu kez en önde, başrolde.

Arkamdan bir kez olsun diyecekler.

İyi adamdı diye.

(Fon müzik yavaşça sessizleşir.)

Karakter: Şiirlerim o kadar iyi değil biliyorum. Ama yine de yazıyorum. Bir ayağı çukurda ihtiyar bir adam gibi hala yarının hava durumunu soruyorum. O ihtiyar gibi bende biliyorum bu halde dışarıya hiçbir zaman çıkamayacağımı. Ama o ihtiyar gibi de ölmek istemiyorum, hiçbir şey yapmadan öylece. Ne kadar çok ama’m var değil mi? Suç bende değil ama benden öncekilerde kafam kadar büyük kitaplar yazanlarda. Evet, evet suç onlarda felsefeyi bulanlarda. O kadar refahın içinde eften püften şeylere kafa yormuşlar. İşsizler. Öbür tarafa gittiğim de, ki umarım öyle bir yer vardır. Hepsinin yakasına zebanilerden önce ben yapışacağım. Odunlarını zevkle ben taşıyacağım. Nietzsche’yi hepiniz biliyorsunuz kendisi üst-insan fikrinin mimarı. Hitlerin fikir babalarından sadece biri ama müthiş önemli çünkü küçük Adolf ileride öğrendiği bu fikir mimarileri ile katliyamlar yapacak. Şimdi diyeceksiniz ki o zamanki durum, insanın yorum kabiliyeti vesaire vesaire. Eh ne diyeyim sizde haklısınız. Aynı şey umarım bana da olmaz. Benim kendi varoluşumu kanıtlamak için yazdığım kelimeler kadar insan ölmez. İnsan olduğumu ve bir gün öleceğimi unuttuğum zamanlarda parklara pusu atarım. İnsanları görebileceğim bir banka kurulurum ve onları izlerim. Birbirlerine kimi zaman kindar kimi zaman da hayranlıkla bakmalarını. Bazen bir kediyi çok nadirde bir köpeği okşayışlarını seyrederim. Günlük yaşayan insanları anlamak zor gerçekten herkes onları basit insan kategorisine sokuyor ama öyle değil çünkü onlar insan değil birer makine olmuşlar. Ama onlarda haklı çünkü biliyorlar ki: boş kaldıkları vakit düşünmeye başlayacaklar ve kendilerine bir sürü iş çıkacak. Düşünmek, düşünmek, düşünmek..

(Karakter bir an susar, kitaplığa döner ve kitaplara tekrar bakar. Derin bir nefes alır ve bir kitap çeker.)

Karakter: Ama belki de yanılıyorumdur. Belki de onların suçu yoktur. Belki suç, bu kadar çok düşünmüş olmamdadır: Ölümü ve ölmeği. Belki de düşünmek ya da sorgulamak zararlı bir şey. (Kitabı elinde tutarak seyirciye döner.) Ne dersiniz? Fazla düşününce, sorgulayınca insana bir zararı dokunur mu? Benim dokundu. Bakın. (Kitabı masaya fırlatır ve ellerini seyirciye doğru açar.) Çılgın gibiyim! Ama ya bir dâhiyim ya da deli. Hangisi? Hangisi olmak daha iyi?

(Karakter sandalyeye oturur, sessizce bir kağıt alır ve yazar. Yazarak konuşmayı sürdürür.)

Karakter: Yazmak... Ne garip bir şey. Yazıyorsunuz, şu anınızı kâğıda hapsediyorsunuz. Ama sonra? O yazı ne olacak? Kimler okuyacak? (Bir an durur, seyirciye doğru bakar.) Ya hiç kimse okumazsa? Ya kıymetini bilen birileri çıkmazsa? O zaman yazdığım her şey de unutulacak, değil mi? O zaman önce düşünebilen bir nesil yapmak lazım. Hemen o pis zübüğe haber salınsın denilsin ki: Kendine evindeki altın varaklı aynada baksın ve tam tersi bir adam düşünsün hah işte o adamlardan yüzlercesini yapsın, hemen reformunu yapsın ve beni kendisi ne kadar alçaksa o kadar yüceltsin, işte reçete. Ama ya okuyup ta benim gibi olurlarsa? Yazdıklarım üzerine düşünmeye kalkarlarsa? Onların da hayatı benim gibi olursa? Hemen o pis zübüğe haber salın: Hünkarımız vazgeçti deyin. Bir tanede yüzüne şaplak atın. Ona bir gün unutulacağını hatırlatın, unutulmadan önce vereceği hesaplarla birlikte.

(Fon müzik tekrar yavaşça başlar (Jacob Gurevitsch – Lovers ın Paris (Full Album)). Karakter masadan kalkar, sahnenin ortasına doğru yürür.)

Karakter: Belki de unutulmak, her şeyden daha kötüdür. Ama ya şu? Belki de unutulmak, en büyük özgürlüktür. Nietzsche unutulmayı, insanın kendi geçmişini ve dolayısıyla kimliğini aşma ve yeniden yaratma imkanı olarak görür. Unutmayı, yeni bir başlangıç yapmanın ve kendisini sürekli olarak yeniden tanımlamanın bir yolu olarak değerlendirir. Yani unutulmayı yeniden doğuş için ödenmesi gereken bir bedel olarak görür. Ama ben daha çok Heidegger’in tarafındayım. Heidegger insanın, varoluşunu sorgulayan ve anlam arayan bir varlık olduğunu. Unutulmanın, insanın kendi varoluşunu unutması ve sıradanlaşması anlamına geldiğini söyler. Hiçbir geçmiş bağın yükünü taşımadan yaşamak... Tüm hataların, yargıların ve eksikliklerin silinmesi... Peki, insanın kimliğini oluşturan, tam da bu hatalar ve yargılar değil midir? Bir nehir gibi, her taşıdığı tortuyla kendini yaratan bir varlık değil midir insan? Unutulmak, bir kurtuluş mudur gerçekten? Yoksa bir ceza mı? Hiç kimsenin gözünde var olmamak... Rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi yere düşmek ve çürümek. Peki, rüzgar hangi ağacın yaprağını savurduğunu hatırlar mı? Hatırlamasa bile, o yaprak toprağın bir parçası olup başka bir yaşamı beslemez mi? Ama hayır, ben unutulmak istemiyorum. Çünkü unutulmak,  var olmamak demek. Var olmak, sesini bir kez olsun duyurmak demektir. Yıldızların altında bir yerde, bir hatırada kalmak..Torunlarımın ellerindeki bir kitapta, bir mektupta, bir şiirde ya da bir kelimenin içinde yaşamak. Bazen düşünüyorum: Eğer bir gün, ismim bir yıldız gibi gökyüzüne yazılsaydı, bu gerçekten bir iz bırakmak olur muydu? Yıldızlar milyonlarca yıl parıldıyor, ama kimse onların hikayesini bilmiyor. İnsanın hatırlanma arzusu, yıldızların sessiz ama sürekli olan varlığına karşı koyduğu bir savaş mı? Sana soruyorum, eğer sen bir gün tamamen unutulacaksan, yaptığın şeyler neden önemli? Ve eğer önemliyse, o önem nereden geliyor? Kendi içinden mi, başkalarının sana verdiği anlamdan mı? İşte bu yüzden, ben kendimi yalnızca yazdıklarımda ve söylediklerimde değil, başkalarının gözünde görmek istiyorum. Çünkü insan, yalnızca kendine değil, başkalarının onu nasıl gördüğüne de ihtiyaç duyar. Belki de sonunda, yıldızların sessizliğine karışacağım. Ama o zamana kadar, her kelimemle o sessizliğe bir yankı bırakacağım. Her kelime bir yankı... Her yankı bir hatıra. Ve her hatıra, sonsuzluğun içinde bir varlık.

 

(Karakter tekrar masaya oturur, kağıtları karıştırır ve bir tane daha şiir bulur. Heyecanla seyirciye okur.)

Karakter:

Belki de yıldızlar söner bir gün,
Gökyüzü karanlık, sessiz bir dün.
Ama izler kalır, bakıldığında,
Hafızalarda ve hatıralarda.

Unutulmak bir kurtuluş mudur?
Yoksa karanlık bir son mudur?
Kâğıttaki dünyaya kazınır isim,
Yıldızlar susar, kalır sesin.

Her kelime bir yankı, her iz bir yaşam,
Hatıralarda saklı kalan bir anlam.

 (Fon müzik yavaşça biter. Ve sahne devam eder.)

Hayat bir şiir gibi okunur. Ne kadar ahenk o kadar iyidir. Hatta bazen tanrının bizleri yaratma sebebinin bu olduğunu düşünürüm. Bizler eleştirebileceği ve çoğu zamanda yerebilmek için okuduğu kitaplarız aslında. Muhtemelen beni okumaktan sıkılırdı. Ha yanlış anlamayın tanrıya bir kastım yok aksine onu çok seviyorum. Bana göre o baş yazar mükemmel bir senarist, bunun kanıtı yaşadığımız hayatlar. Dram mı? En alasından. Mutluluk mu? En güzelinden. Ama olması gerektiği gibi herkeste aynı değil. Zaten öyle olsaydı en önce ben karşı çıkardım. Çünkü insanlar bir şeyin ne kadar değerli olduğunu zıttı ile karşılaşınca anlıyor. Zıttı olmayan bir şey bu dünyada fazla tutunamaz. Böyle düşünemeyecek kadar kibirli olduğum zamanlarda aptal insanlara çok kızardım sonra fark ettim ki onlar olmasaydı benim bir değerim kalmayacaktı. Kötü şeylerin az da olsa çıkarıma hizmet etmelerine bayılıyorum. Peki benim yazılarımdaki dünya?

(Fon müzik yavaşça yükselir. Karakter oturduğu yerden kalkar ve masaya yaklaşır. Derin bir nefes alır, ardından seyirciye bakar.)

Karakter: Kâğıttaki o dünya... Hepimiz için bir sığınak olabilir mi? Bir kâğıda kazınmış düşünceler, duygular... Onlar bizi hatırlatabilir ya da anlatabilir mi? Bizi yaşatabilir mi? Yoksa yalnızca bir iz, simetrik lekeler ve bir gölge mi kalır geriye? Ne olursa olsun, yazmak yaşamaktır. Yazmak, kendini bir daha doğurmak gibidir. Her kelimede yeniden var olmak...  Ama bu sefer kendi isteğinle var olmak ve hayıtını gönlünce yaşamak. İşte bu yüzden yazıyorum. Ama mesele yazmak değil mesele kim için yazdığın, bir sürü yazarla tanıştım ve pek çoğunun halklarını eğitmek amacıyla kalemini oynattığını gördüm. Ne kadar rezil bir düşünce değil mi? Kendi halkını aptal yerine koyan biri ne kadar kalıcı olabilir? Zübük hariç tabii.

(Tekrar masaya oturur ve bir kağıdı masadan alır ve yazarak konuşmaya devam eder. Fon müzik tekrar yükselir.)

Karakter: Her bir satır, beni burada tutuyor. Belki bir gün birileri okur ve beni anlamaya çalışır. Belki o gün...

(Bir an durur ve gülümser. Ardından sesini yükselterek konuşur.)

Karakter: Belki de beni okuyan sen olacaksın! Evet, sen! Şimdi burada oturmuş beni izliyorsun. Benimle konuşuyorsun, benimle tartışıyorsun. İşte bu an, bizi ölümsüz yapıyor. Yazmak değil, anlamak asıl mucize. Evet anlamak.

(Sahnede bir süre sessizlik olur. Fon müzik kesilir. Karakter sahnenin ortasına gelir ve ellerini yana açar.)

Karakter: Unutulmak korkusundan kurtulmak için yazıyorum. Ama asıl mesele şu: Eğer gerçekten hatırlanmak istiyorsak, insanlara bir anlam bırakmalıyız. O anlam, yazdıklarımızda, söylediklerimizde ve en önemlisi yaptıklarımızda saklıdır. Hepimiz bir gün yok olacağız, ama o anlam... O anlam asla kaybolmayacak.

(Karakter, seyirciye son bir bakış atar ve sahne kararır.)

(Sahne kapanış fon müziği: Ludovico Einaudi - Nuvole Bianche.)

                                                                              -SON-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşlerde Yaşayanlar Derneği

Bazı insanlar yaşamak için yaşar, bazılarıysa düşlemek için. Ben ikinci gruptandım — en azından öyle sanıyordum. Ta ki, sabah uyanmalarım bi...